You are currently browsing the tag archive for the ‘Faruk Türünz’ tag.

 

Ud yaparken yolculuğunu “hayale dalmak”la başlatan Faruk Türünz “lûtiye” tabir olunan bir enstrüman yapımcısı. Onu diğer lütiyelerden farklı kılan özelliği ise ud yapımı konusunda geliştirdiği özgün yöntem ve kendi aletlerini tasarlayıp üreten atölyesi.

Pelin Özdoğru Davran

Faruk Türünz, musikişinas bir ailenin içinde büyüdüğünden olacak ki daha 10 yaşından beri ud çalar… Bir gün kendi udunu yapmak fikri ise hep yüreğindedir. Araya siyasal bilgiler, mimarlık okulları, köy öğretmenlikleri, hediyelik eşya dükkanları girer. İlk elinden çıkan saz, Erzurum’un bir köyünde iken yaptığı bir oyma bağlama olur. Hediyelik ahşap eşya üretimi sırasında elinde epeyce marangoz malzemesi birikince kadim niyetini hatırlayıp lütiye usta Cafer Açın’ın yolunu tutar, tek eksiği olan “bilgi”yi tamamlamak için. Yakın arkadaşı Ümit Bolu vasıtasıyla lütiye atölyesiyle tanışıklığı vardır. Yollar onu hep ud yapımcılığına taşır. Ve muradına -peygamber misali- 40 yaşında erer…

Bugün, dünya çapında yetkin müzisyenlerden Umman kralına kadar udları tercih edilen Türünz tam bir “usta”. Yalnız işindeki mahareti ile değil, kalender kişiliği, kapısını çalan herkese ikram edecek çayı, paylaşacak sözü ve bilgisi olmasıyla da.

Lütiye Faruk usta, ud yapımının yalnızca ahşap işçiliği olmadığını düşünerek fizik boyutu ile de ilgilenip doğru sesi yakalamak için yıllarca çalışıp bir yöntem geliştirmiş. Bu yöntemin doğruluğunun teyidini ise bir gün eline geçiveren 100 küsur yaşında efsanevi bir ud etmiş. Geliştirdiği bu özgün formülü uluslararası sempozyumlarda açıklamış. Bu pek önemli modifiye yönteminin patentini almayı düşünmeyip merakı olan herkese kapısını seve seve açık tutan bu hoş sohbetli usta kişi ile, huzurlu atmosfere sahip atölyesinde gül ağacı kokuları arasında sohbete daldık…

Bir ud yapım atölyeniz var. Biraz atölyeden bahseder misiniz?

Belki bu tanım iddialı olacak ama olduğu gibi söyleyeyim, atölyemiz lütiye atölyesi klasik tanımının oldukça ilerisinde bir donanıma sahip. Ve bu anlamda özellikle ud yapımı teknolojisini içeren bir atölye olması açısından dünyada örneği olmayan bir atölye.

Nedir sizin atölyenizi örneksiz kılan temel fark?

Temel iki farkı var diğer atölyelerden. Birincisi ud yapımının gereği olan özel aparatlarımızı kendimiz tasarımladık ve ürettik. Bunlar udun tüm parçalarının standardize edilebilmesini ve belli bir düzen içersinde üretilmesini gerçekleştirmek üzere düşünülmüş aparatlar. Ud yapımı aletleri, diğer müzik aletlerimizin yapımının içinde bulunduğu koşullardan farklı olarak geçmiş yüzyıllardan süzülüp gelen bilgi donanımları ile sınırlı birkaç el aletinden ibarettir genelde.

Udlarınızı yapacak aletleri kendiniz üretmeye nasıl karar verdiniz?

1984 yılında ilk udumu yaptıktan sonra 97 yılına kadar bu bahsettiğim basit aletlerle çalıştım. Sonra birdenbire bir talep patlamasıyla karşılaştım. O zamanlar yalnız çalışıyordum ve yalnız başıma bu talepleri karşılayamayacağımı anlayınca daha önceden ahşap hediyelik eşya tasarımında birlikte çalıştığım yakın arkadaşım Suat Çetincan ile çalışmayı istedim. Onun alet tasarım becerisine çok güveniyordum. Uzun ikna çabalarımdan sonra birlikte çalışmaya başladık. Suat o günden bu yana aşağı yukarı 140 özel alet tasarladı ve yaptı. Biz artık bu aletlerimizle hem çok standart hem hiç hatasız biçimde hem de eskiye oranlı çok hızlı bir şekilde üretiyoruz udlarımızı.

Bu şekilde kendi aletlerini tasarlayarak çalışan sizinkinden başka hiç atölye yok mu yani?

Hayır yok. Temel farklarımızın bir diğeri de udun sesi ile ilgili çalışmalar. Atölyemiz bu bakımdan yine farklı bir özellik taşıyor. Ben ilk udumu yapmaya başladığım günlerden itibaren ses üzerinde araştırmalara da başladım. Sonuçta bu işin bir ince ahşap işçiliğinden ibaret olmadığı gerçeğinden hareketle, fiziksel yapısının bağlı olduğu matematik temelleri araştırdım. Bir yöntem geliştirdim. Bu yöntemin temeli udun belli noktalarının belirli bir frekans aralığına akordlanarak sabitlenmesi esasına dayanıyor. Bu yöntemi formüle ettim, ve birkaç kez yurtdışındaki sempozyumlarda açıkladım.

2002 yılında Selanik’teki uluslararası ud toplantısında enstrüman yapım dünyasına tanıttığınız da bu yöntem miydi?

Evet, bu yöntem. Ondan önce ilk olarak ise 2000 Mayısında Girit’te bir toplantıda açıklamıştım.

Yöntemden söz eder misiniz?

Udun bir ses tablası var, bu ses tablasında direnç çıtası vazifesi gören çıtalar (balkonlar) var. Bu çıtalarla sağlanan direncin ne ölçüde olacağını belirleyerek bunu frekans yelpazesi içerisinde tasarlamak gerekir. Varolan en pes sesten en tiz sese kadar ses yelpazesindeki bütün seslerin aynı güçte ve karakterde bulunmasını sağlamak üzere bu tablanın düzenlenmesi gerekir. Bu da bu çıtalar yardımıyla yapılıyor. Çıtaların boyları, yükseklikleri ve ağacın bir özel parametresi olan esneklik modülü ile belirlenen bir rijitliği vardır. Bu rijitlik aynı zamanda o çıtanın spesifik frekansına denk gelir. Onun bir görünümü de saniyedeki belirli bir titreşim sayısına sahip olmasıdır. Ona biz spesifik ya da özgül frekans diyoruz. İşte bu noktadan hareketle bunların formüllerini kurarak udda bir ses dengesi sağlıyorum.

Peki bu formülü uluslararası toplantılarda açıkladıktan sonra nasıl tepkiler aldınız?

Diğer yapımcılar özellikle de bu işe daha başka enstrüman yapımından sonra el atan kişiler ilgilendiler. Çünkü onlar ya lavta ya gitar yapıyorlardı ve bu müzik aletlerinin yapım teknolojisiyle ilgili batı ülkelerinde geliştirilmiş yöntemler var. Beş aşağı beş yukarı bu yöntemlere aşinaydılar. Dolayısıyla benim ne demek istediğimi anlıyorlardı. Onlardan çokça bilgi talebi geldi. Çoğu e-mail yolu ile olmak üzere.

Internet ile aranız iyi bu durumda?

Evet, Internet çağımızın en kullanışlı alanlarından biri. Hızlı şekilde bilgiye ulaşmak anlamında. Ben de gerektiğince faydalanıyorum. 2000 yılından beri bir Internet sitem var. Sitede bizimle ilgili bilgilere ve atölyemizin ürünü olan örnek ud sesine kadar ulaşılabiliyor. Oradan özellikle yurtdışından çok sayıda ilgili kişi bana erişebiliyor. (www.oudmaster.com)

Kimler var sizin udlarınızı tercih eden isimler arasında?

Yurdal Tokcan gibi profesyonel sanatçılardan, konservatuar öğrencilerine kadar geniş bir yelpaze. Daha çok profesyoneller tabii.

Peki usta bir udi ile amatör bir yeni başlayan gelip sizden enstrüman istese her ikisine farklı udlar mı yaparsınız? 

İşin doğrusu fark gözetmeden bütün bilgiyi aktararak yapmaktır. 97’ye kadar da böyle yapıyordum. Yalnız başıma çalıştığım bu dönemde müşteriden 3-4 ay isteyip hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün bildiklerimi uyguluyordum. Bu şekilde udun fiyatı kendiliğinden uluslararası piyasada dolar cinsinden ifade edilmeye başlandı. O tarihlerde 1600 Dolar gibi. Suat ve yardımcı arkadaşlarla birlikte alet geliştirmeye başladıktan sonraysa üretimimiz hızlandı. Şimdi ayda 10 ud kadar üretebiliyoruz. Bu fiyatlardan bütün üretimimizi satmamız mümkün değildi. Ayrıca daha ucuz ud talepleri geliyordu. O zaman udları üç kategoride üretmeye başladık.

Kategorilerin farklarını belirleyen nedir?

Bu kategoriler arasındaki ilk fark malzeme ve işçilik farkları. Diğeri ve daha önemlisi de ses tablasında uyguladığımız yöntem. Üst iki kategoride bütün ses tablalarının balkonlarını tek tek akordluyorum. Önce tasarım modeli düşünüyorum, o modele uygun frekansları hesaplıyorum sonrada o frekanslara sahip olacak şekilde akord ederek çıtaları yapıyorum. Daha ucuz olan alt kategorimizde balkonları akord etmeyerek akord edilmiş bir modelden ölçüleri kopya ediyorum. Böyle yapılınca ses diğer üst kategorilerden biraz farklı oluyor ama bizi bunu yapmaya zorlayan da piyasa şartları! Biz de rekabet halinde olmak zorunda kalıyoruz. Fabrikasyon üretimlerse çok daha ucuz oluyor tabii.

Stradivarius gibi ustaların el yapımı müzik aletlerindeki tını fabrikasyon olarak üretilenlerde yakalanabilir mi sizce?

Aslında doğru bir model ortaya konursa o modeli çok daha hassas biçimde işlemeye olanak sağlar makine. Makineyle üretim, zamanı kısaltır dolayısıyla bir seri üretim ortaya çıkar o da ekonomik koşullar içinde fiyatların düşmesine yol açar. Ve el yapımcıları ile dengesiz bir rekabet ortamı oluşur. El emeği ile ayda bir tane ud yapan bir adamın karşısında günde yirmi tane ud yapan bir fabrika düşünürsek o adamcağızın fabrikayla rekabet etmesi elbette mümkün değildir. Tabii ki ud yapımının makineyle mümkün olduğunu düşünmek de hayalcilik olur. Ama gitar ve keman gibi sazlar bu şekilde üretilebiliyor.

Ud yapımı makine ile neden mümkün değildir?

Çünkü udun yapısı ona müsait değildir. Arkasının dilimli olması gibi özellikleriyle el işçiliği gerektirir. Kaldı ki mümkün olsa bile o kadar sayıda malın üretimini dengeleyecek bir talep yok.

Türkiye’de var mı bu tür üretim?

Türkiye’de kısa sürede çok sayıda müzik aleti üreten birkaç firma var. Gitar, saz, hatta ud… Çünkü bu işin başıboş bir denetim mekanizması yok. Kaldı ki böylesi bir mekanizmayı desteklerim gibi bir anlam çıkmasın, fakat tüketicinin bilinç düzeyi de gelişmemiş durumda. Şöyle ki, gidiyorlar oralardan bir ud alıyorlar, üç gün sonra o udun bir işe yaramadığını anlayıp bana ya da başka bir arkadaşa geliyorlar ve aldıkları aleti ıslah etmemiz istiyorlar ki bu olacak iş değil. Ben akıl erdiremiyorum o düşük fiyatlara nasıl müzik aleti üretebiliyorlar. Aslında onlar müzik aleti de değil, dış görünüşü benziyor ancak. Hiçbir niteliği müzik aleti olmaya elverişli değil.

“Kem alatla kemalat olmaz” meselesi mi?

Kötü malzemeden öte mesele daha çok kötü yaklaşım. Son derece değerli malzemeyi de o yaklaşımla kullanınca kötü bir alet çıkıyor ortaya.

Çalışmayı en çok sevdiğiniz kişisel ağaç tercihiniz hangisi?

Yüzden fazla çalıştığımız ağaç var. Görünüş olarak çok cazip olanlar var mesela Macassar abanozu gibi. Sonra, Amazon ve Hint kökenli gül ağaçları da öyle. Benim sevdiklerim ise ceviz, maun, porsuk ve ardıç.

Sağlam ağaçlar… Neden bunları seviyorsunuz?

Daha sıcak geliyor hem dokuları hem renkleri hem de bu ağaçların hepsi de yumuşak ve dolgun bir tını sağlarlar. Gövdedeki ağacın da etkisi vardır elbet ama asıl tınıyı sağlayan ses tablasıdır.

Ses tablasında hangi ağaçları kullanırsınız?

Ladin veya Kanada sediri kullanıyorum.

Bütün meslek sırlarınızı aldık böylece!

Evet! Yok aslında sır sayılmaz, bunlar bizim etiketimizde mevcut olan bilgiler.

Güvendiğiniz bir udunuzun ömrü ne kadardır?

 

İyi kullanılırsa yüz yıldan fazladır. Kırılmadığı, rutubetten ,sıcaktan korunduğu takdirde… Netice de ağaç sağlamdır!

Bir udun yapım sürecinin sizdeki içsel yolculuğunu merak ediyorum…

Evet, bu son derece kişisel bir durumdur. Bir defa, dimağımdaki bütün ud anılarını, ud sesleri modellerini hayalimde canlandırırım. Sonra benden istenilen sesin hangisine uygun olduğunu tahmin etmeye çalışırım. Çünkü o kadar çok farklı ud sesi vardır ki… Bunları bir şekilde sözel olarak tanımlamak mümkün değildir. Ancak, insan  belli kokuları belli özel renkleri nasıl hafızasında barındırabilirse ses de bunun gibi insanın hafızasında durur. Ve onu hayalimden bulup çıkardıktan sonra nasıl oluştuğunu, hangi malzemelerin hangi işçiliğin onu sağladığını tahmin etmeye çalışırım. Mesela hemen söyleyeyim, çok parlak sesi olan udların malzemesinde biraz sertlik vardır. Gül ağacı, abanoz, venge gibi. Bunları yakalamaya çalışırım. İkinci aşamada ses tablasının  nasıl olması gerektiğini tahmin etmeye çalışırım. Bir bilgisayar programı kullanıyorum balkon frekanslarını çıkartabilmek için. Bu aslında epey uzun bir yolculuktur, son derece sessiz bir ortamda ve uykumu iyi almış durumda olmam gerekir. Ses tablasına özel aletimle vurduğum zaman sesin hangi frekansta olduğunu ayırt edebilecek bir ortamda ve durumda olmalıyım. Eskiden lastik tokmağımla tahtalara vurup çıkan sesin frekansını kontrol ederdim (el aletiyle udun ses tablasında değişik kısımlara vuruyor ve çıkan farklı sesleri işaret ediyor). Dışarıdan birileri bu halimizi görse deli der! Son zamanlarda bu işi bilgisayar programıyla yapıyorum. Burada hem duyuları hem de eski anıları yoğunlaştırmak gerekir. Arşivlerden önceki udların malzemelerine bakarım. Ve daha önce yaptığım yüzlerce udun anısı ile ilgili hayale dalarım. Onların seslerini kazandığı süreci hayalimde canlandırıp yeniden yaşarım.

Beyit-ül Gazel:

“Müzik aleti yapımcılığının kökleri epey eskiye dayanıyor. Her dönemde her müzik aletinin ulaşmış olduğu belli bir yetkinlik düzeyi var. Ve bu sanat çok iyi korunmuş ve organize olmuş lonca benzeri kurumlar içerisinde gerçekleşmiş. Orada tüm bilgiler ustadan çırağa aktarılmış. Her yeni gelen, ustasından öğrendiğinin üstüne bir zerrecik ilave etmiş olsa böyle damla damla bir birikim gerçekleşmiş. Bizim durumumuz ise maalesef içler acısı. Bizim ülkemizde bu sanat hep gayri-Müslimlerin uğraştığı bir alandı. Bütün dünyaca tanınan, yaptığı müzik aletleri bugün astronomik fiyatlara örneğin 100 yaşındaki bir udu 10 bin dolara satılan biri olan Manol usta yahut Onnik usta gibi isimler kimselere pek bir şey öğretmemişler. Daha doğrusu bizde Müslüman kesim bu tür sanatlara itibar etmemiş. Sonuçta o insanlar gittikten sonra bu zincir kopmuş. Şimdi biz onların yaptığı sazları mesela tamir için geldiğinde inceleme şansına sahibiz. Ama onların birçok şeyi niçin yaptığı konusunda fikir yürütebilmemiz için bu işin hangi fiziksel esaslara dayandığını bilmemiz gerekir. Yani teorik bir bakış açımız olmalıdır ki bunu yorumlayabilelim.”

Haziran 2007 – Akşam Gazetesi Brunch eki

Yaşıtları telden araba sürerken balkondan balkona motorlu teleferik kuran, mimarlıktan astro-fiziğe her parmağında birden fazla marifet barındıran Suat Çetincan, ud yapım atölyelerinin tüm gerekli aletlerini kendisi tasarlayıp üretiyor

Pelin Özdoğru Davran

Bir lûtiye atölyesinde ud yapım ustası kadar önemli bir diğer kişi kim olabilir? Ustanın elleriyle hayat vereceği udu yapmak için kullanacağı aletleri üreten kişi… Bir nevi doğumdan önce doğumu mümkün kılacak şartları hazır edip düzeni kuran eller…

Suat Çetincan her ne kadar kendisine “mucit” sıfatını uygun bulmuyorsa da aslında tam da bir mucit. Kendini bildi bileli hep bir şeyler tasarlayan, tasarlamakla da kalmayıp bunları üreten ve işlevsel biçimde kullanılmasını sağlayan biri.        

Kendisine yalnızca enstrüman yapımcıları değil, by-pass ameliyatında gereken bir aparatı ısmarlayan tıp doktorları da başvurabiliyor. Sadece hobi olarak ilgilendiğini söylediği astro-fizik üzerine ise, atölyesinde sempozyumlar düzenlediğini bildiğimiz ustanın NASA’nın ilgisini çekeceğini düşünenler de var. İlginç tasarıları arasında noterler için ürettiği bir “otomatik mühür makinesi”, “kulak yıkama aparatı”, kendisini ziyarete gittiğimizde tesadüfen karşılaştığımız “uzaktan kumandalı metal balık” gibi icatlar da var. Mimarlıktan gelen estetik kaygısıyla ürettiği, her biri hem göze hitap eden hem de işlevselliği bulunan oldukça ilgi çekici bu tür icatlarını ise Çetincan “ucubik icatlar” olarak adlandırıyor! Bu yönlü bir eğitim almadığı için mucitliği kendine “titr” olarak kabul etmiyor, “yetenek” olarak da kabul etmiyor ama “yatkınlık” sözcüğünü uygun buluyor.

Çetincan’ın bir başka özelliği de ağaç türlerini çok iyi tanıyor olması ve bu konuda kendi imkanlarıyla yaptığı önemli çalışmalar.

Böylesine tevazu sahibi usta ile on yıldır asma katından ofisine, her bir aparatın yuvasının çizimlerle belirlendiği alet odasından enstrüman yapım gereçlerine kadar, tasarlayıp emeğini koyduğu atölyesi ve “mucitlik yatkınlığı” üzerine konuştuk.

 Basitinden, şu kulak yıkama aparatından başlasak?

Çok önemli bir icat sayılmaz! Askeri okulda okuduğum için her yaz piyadecilik eğitimi için bir kamp dönemi olurdu ve bu dönemde tozun toprağın içinde kulaklarımız kirlenirdi. Akşamları revirde kulaklarımızı içine bir kaç damla tentürdiyot damlatılmış sıcak suyu bildiğin şişeyle boca ederek temizlerlerdi! Yıllar sonra atölyemizde çalışan bir arkadaşımız tozdan kulağının tıkandığından şikayet edince aklıma o günler geldi ve basit bir şişe ve boru sistemi ile kulak yıkama aparatını yapmış oldum!

Sizi bir mucit olarak adlandırmaktan yana gönlümüz…

Hep söylüyorum, mucitlik o kadar ucuz bir şey değil, mucit olmak için özel bir okul yok ama en azından tasarım okumuş olmak gerekir, benim öyle bir durumum olmadı. Ama ben küçüklüğümden beri bu tür şeylere yatkındım. Yaşıtlarımız telden arabayla oynarken biz ağabeyimle motorlu araba yapardık, balkondan balkona motorlu teleferik kurup oynardık. Ama buna yetenek değil, yatkınlık denebilir. Bunları yapmaya yatkın, böyle biri olmak yani. Bu konuda bir eğitim alınmalı öncelikle.

Ama tasarımı da ihtiva eden mimarlık eğitimi aldığınızı biliyoruz…

Bizim zamanımızda kara harp okulu dört yıla çıkarıldı ve askeri eğitim yanında mesleki eğitim de verilmeye çalışıldı. ODTÜ’nün dört branşını alıp adeta kara harp okuluna yamadılar.. Teknik branşlardan inşaat, elektronik sözel olarak da hukuk ve işletmeyi verdiler. Benden hukukçu, işletmeci olmayacağından ve elektroniği de pek sevmediğimden tek makul seçenek olarak inşaat kalmıştı. Makine yoktu mesela, benim şansıma dönemime yetişmedi. Böylelikle ODTÜ’nün üç yıllık inşaat formasyonunu almış bulunduğum için onu harcamak istemediğimden üniversitede mimarlık bölümüne girdim. Yoksa endüstriyel tasarım ya da makine okumayı çok isterdim.

Materyal bilginiz çok geniş ki bu da tecrübeyle edinilmiş bir şey değil mi? Eğitimini almadıysanız da tecrübe yoluyla oldukça sağlam bir malzeme bilgisi edinmişsiniz ve bu da icatlarınızda kendini gösteriyor…

Yani, çok sık kullanılanlar hakkında aslında bilgim geniş. Yoksa yeni bir sürü materyal var, daha bugün bir tanesini öğrendik…

Bir ustanız oldu mu?

Bu konuda hayır. 24 tane filan iş yaptım, hepsi de kendi işimdi, hepsini de batırdım! Aslında tasarımın gerçekleşmesi anlamında hiçbiri batmadı ama maddi yönden beklediğimi karşılamadığı için hepsini ben bıraktım.

Neler yaptınız mesela?

Saymakla bitmez! Tekstille uğraştım, makine tasarımı ve imalatı yaptım, emniyet sistemleri, şifre yazılımı ile uğraştım, hediyelik eşyacılık yaptım, vitraycılık yaptım… Bunlardan en hoşlanmadığım tekstildi, en iyi parayı da ondan kazandım! Bu işler böyledir…

Faruk Usta sizi atölye ortaklığı için uzun süre ikna etmeye çalışmış…

 

Faruk ağabey benim çok eski arkadaşım, 20 küsur yıllık. O zamanlar udu sadece çalıyordu, yapmıyordu. Arkadaş meclislerinde falan çalardı. Sonradan ortak olarak hediyelik eşya işine girdik, bir süre sonra yollarımız ayrıldı. Bir süre sonra ud yapmaya başladı ben de onun atölyesine gidip geliyordum. Beni yaklaşık 15 yıl atölye için ikna etmeye çalıştı. O sırada ben bahsettiğim işlerle uğraşıyordum. En sonunda ‘97 yılında ikna oldum!

Neden o kadar uğraştırdınız?

Benim de işlerim vardı! Yoksa ahşapla uğraşmak son derece keyiflidir. İnanılmaz bir büyüsü vardır, hakikaten ahşap insanı esir alır… Ahşap tozunu yutanlar bunu bilir.

Her ne kadar “mucit”liği kabul etmiyorsanız da ilginç “icat”larınızdan bahsetmenizi istesem?

Ud yapım atölyemizde yaptığım icatları bir yana bırakırsak, noterler için tasarladığım bir cihaz var mesela. Ülkenin garip bürokratik sistemi yüzünden dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir yükümlülükleri var bizim noterlerimizin; ticari defterlere imzalarını hem de her sayfaya koyarak onları resmi hale getirirler. Fakat bu çok ağır bir iş. Bakkal defterine benzemez, kimi firmaların defterleri var, kamyonla geliyor! Bunun için bir mühür makinesi yapma teklifi geldi. Bu cihazdan 35 tane yaptım. Mesela,  amatör balıkçılığı çok severim ve bunun için tad alacağım biçimde yaptığım kimi ufak tefek icatlar vardır. Ama bunlar hep kendim içindir, başkası için değil.

Bir de başka branşlardan gelip size alet ısmarlayanlar olmuş?

 

Evet dönem dönem bana “ucubik aletler” sipariş edenler de oluyor. Bunlardan bir tanesi de orta bir dostumuzu tanıyan Siyami Ersek Hastanesinden bir kalp cerrahı… Benden aort damarının içine delik açacak bir aparat istedi. Hakikaten ucubik! Açık kalp ameliyatı sırasında aortu iptal ettiklerinde onun işlevini görecek bir delik barajlardaki derivasyon tüneli gibi yani tam anlamıyla istenen. Bu iş için bir alet tasarladım sonra “şunu bir araştırsak aklın yolu birdir” diyerek araştırınca aparatın aynısının Amerikalıların önceden yaptığını öğrendim! Tasarladığımın aynısıydı. Tabii böyle olunca aleti üretmeye gerek kalmadı.

Tasarladığınız aletlerin patentlerini alıyor musunuz?

Almıyorum. Patent almak için bir servet gerekiyor. Hem de bizim yaptığımız işler patentle korumaya pek gerek olmayan işler bana sorarsan. Çünkü o denli ekstrem konular ki kaç kişi uğraşır bu işle, kaç kişi ister bu aletten, ondan telif kazanılır mı… Çok zor. Mesela pet şişe yapınca patentini alırsın ama “kırlangıç aparatı”na ne kadar talep olabilir… Talep edenler de zaten eşimiz dostumuz olur, onlardan telif mi isteyeceğiz. Ama şu olmalı; bizim kurduğumuz bir çok aletten oluşan bir sistem. “Ud yapım sistemi” denilebilir belki. Tek tek değil ama zincir halinde patentini almak makul olabilir.

Saz yapımındaki rolünüze gelelim öyleyse…

Saz yapımı hakikaten aşırı meşakkatli bir iş. Vasat bir udun üzerinde 700 küsur adım vardır. Hepsi de belli bir itina düzeyinin üzerinde kotarılması gereken işler. Yoksa hakikaten bir şeye benzemez, bir yerden kopuk verir ve bütün iş rezil olur. böyle olunca da yedi yüz küsur adımın el işçiliği ile atılması çok uzun sürer… Faruk ağabey (Türünz) ile  birlikte çalışmaya başlamadan önce kendi başına iki buçuk üç ayda tek bir ud yapardı. Feci yani! Ondan ne para kazanılır, ne akıl sağlığı yerinde kalır! Şimdi ki artık ekipmanla birlikte ekip de var, aynı süre zarfında 50-60  ud atabiliriz kenara. 50 kat hızlanmış diyebilirsin yani.

Yedi yüz adım için yedi yüz aletten mi söz ediyoruz?

Yedi yüz küsur adımın tümünü aparatlamadık. O mümkün değil ve anlamı da yok zaten. Çünkü bazı adımlar aparatlanamayacan ya da bunun mümkün olmadığı adımlar. 120 civarında aparatımız var ama tabii en kilit noktalar için aparatlar yapıldı, bir kısmı tadil oldu, yenilendi, gelişti. Bir kısmı hala aparatlanmadı, onları da tamamlamayı düşünüyoruz. Hem hızlı hem de kaliteli biçimde üretmek için aparatlamak şart.

Bu aletler hatasız ve standart biçimde enstrüman üretmenizi sağlıyor bildiğim kadarıyla.

Bana sorarsan üç amacı var bir aparatın. Birincisi elle yapacağımdan daha hızlı yapmak, ikincisi elle yapacağımdan daha kaliteli yapmak ve kaliteyi standardize edebilmek yani önceki ve sonraki arasında kalite farkı olmaması, üçüncüsü de yoldan geçen adamı bile bu işi yapabilecek hale getirmesi.

Yani bu aletleri kullanmak için ustalık gerekmiyor mu?

Kimi için ustalık gerekir doğrusu. Ama amacım, bunu gerektirmeyecek halde aletler tasarlamak. Henüz pek mümkün olmuyor tabii. Yani genel bir “el kırıklığı” alet edevat kullanmada bir el alışkanlığının kafi gelmesi gerekir bunları kullanmak için.

Sizin gibi kendi aletlerini tasarlayan başka atölye var mı Türkiye’de?

Var. Bizim kadar bu işi ele almamış olsa da Süleyman Aslan atölyesi var örneğin. Bağlama yapımcısıdır, elinden geldiği kadar kendi aletini yapar ve aslolan yapmasından ziyade kafasının bu yönde çalışıyor olması; bu iyi olan, çünkü bu işin müşterisi gibi yapımcıları da maalesef çok tutucu. Yeniliğe kapalılar. “Bu iş başka türlü olmaz” mantığındalar çoğunluğu.

Sizinkinin niteliğinde aparatları var diyebilir miyiz yoksa palyatif aparatlar mı?

Şöyle ki, bizim önemli bir avantajımız var. Bu işi kotarabilecek hem bol miktarda malzememiz hem de teknolojimiz var. Oldukça küçük bir mekana çok yönlü aletlerle büyük olanaklar sıkıştırdık. Başka atölyelere gidince imkansızlıklar ile boğuştuklarını görüp kendininkiyle gurur duyuyorsun gerçekten. Modifiye ettiğim torna freze makinemiz var ve tamamen her şeyi mümkün kılan o. Her işe koşabilen, insanın hayal ettiği her şeyi yapabilme şansı veren büyük bir avantaj bu alet. Onlarda böyle bir alet yok. Ama kalıplar olsun, sıkma aparatlar olsun çok fazla sayıda aparat üretmiş bir atölye onlarınki de çünkü bu mantıkta bakıyor olaya. Hem Süleyman çok fazla yabancı mal takip eden biri. Bir sürü özel Amerikan yapımı kıskaçları, aletleri falan vardır.

Faruk Usta bizim gibi bir atölye daha yok demişti ama…

Aslında Faruk ağabeyin söylediği açıdan bakarsan doğrudur bu. bu kadar kapsamlı, bu kadar detaylı yer alan bir atölye yoktur doğru. Ama Süleyman’ı da anmadan geçemem, yazık olur çocuğa… Hatta aklıma yenileri de geliyor, Mustafalar da var, onlar da aparatlanıyorlar yavaş yavaş. Onlar tambur yapımcısı ve benim yetiştirmemdir.

Öğrencileriniz de oldu yani?

Mustafa Gencer ve Elif Kızılhan evet. İkisi de bizimle çalıştılar. Mustafa epeyi bir teknolojiyi ilerletti. Bir süre önce atölyelerini açtılar. Tambur atölyesi ama ud ve lavta da yapıyorlar. Onlar enstrüman yapımdan mezunlar, dört yıl konservatuarda okuyup bize geldiklerinde sudan çıkmış balık gibiydiler! Koca dört yıllık akademik eğitimi alırken testereden başka alet kullanmamışlar! O da körmüş zaten…

Beyit-ül Gazel:

“NASA’yı görmüş bir tanıdığımız bir gün gelip aparatlarımızdan çok etkilendi ve bana “seni henüz keşfetmemişler” dedi! Faruk ağabey de “seni NASA’ya pazarlayacağım” der o yüzden.”

“Altı yıldır bir ağaç koleksiyonu üzerinde çalışıyorum. Ağaç doğanın en çok çeşit gösteren varlığıdır. 80 bin türü var. Şimdilik 210 türü ayırdım. Dünyada bu çalışmayı yapan pek az kişi var. Dört kolda inceliyorum; önce ağaçların soy ağaçları yönünden, ağaçların kendi türleri açısından, kerestelik olanların detayları ve odunun genel yapısı üzerinden. Birkaç ay içinde çalışmalarımdan bir sergi açabilirim. İleriki amacım ise bir ağaç ansiklopedisi hazırlamak. Aslında bütün dünyayı gezebilmek ve daha bilimsel çalışmalar yapmak isterdim. Ama bunun için sponsor gerekiyor…” (www.agaclar.net)

‎”Umudun atını sürerken, Cesaretin yularını tutuyorum… Sabrın zırhını da kuşandım, ve kafamda Tahammül miğferi; Böyle başladı Aşk ülkesine yolculuğum…”

avatar Beethoven Büyülü Fener: Sinema Deep Purple dolphins Faruk Türünz lutiye Mahler Mevlana movies müzik naushika Pink Floyd Rumi röportaj spiritüel Suat Çetin tekamül ud