You are currently browsing the tag archive for the ‘Pink Floyd’ tag.

 

 

 

 

 

 

 

“Pink Floyd-Musorski Buluşması” başlıklı bahar konserinde yaş ortalaması değil müzik zevki ortalaması belirleyici idi. Deep Purple, Led Zeppelin, Queen ve Pink Floyd’un o hafta sonu Musorski, Ravel, Mahler ve Beethoven ile AKM önünde randevuları vardı. Üstelik frak altına jean çekmiş, klasikle çağdaşı birleştirme marifetine sahip bir şefin önünde!

Pelin Özdoğru Davran

Sabah 10 suları… Bir Taksim Cumartesi’si için erken sayılabilecek bir saat… Pek yakında, anıtsal değeri olan mimarisinin kanına girilmek üzere olan AKM binasının önündeyim. Konserin başlamasına daha bir saat var. Ama istençli bir erkencilik benimkisi. Niyetim birazdan Büyük Salon’da başlayacak olan konserin dinleyici kitlesini keşfetmek. Çünkü İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasının tatile çıkmadan önce vereceği bu son konser (nam-ı diğer ‘Bahar Konseri’) oldukça farklı bir formatta. Büyük Salon’un duvarları farklı bir deneyimle çınlayacak bu hafta sonu. Ve hafta sonu konserlerine bir ritüelmişçesine sadık dinleyici kitlesinin kulakları da öyle. İşte bu mevzu bahis kitleye -ki yaş ortalaması 65 diyelim-, bu hafta başka jenerasyonlar, başka dinleyici kimlikleri de dahil. Tam beklediğim gibi, AKM’nin önünde “her zaman erken gelmek geç kalmaktan iyidir” düsturuna sahip “olgun izleyici” kitlesi önceden yerlerini almış. İki dirhem bir çekirdek hanımlar, kravatı eksik olmayan beyler ağır ağır kapıdan giriyorlar. Bir hoş sohbet esintisi değiyor üzerime onlar yanımdan geçerken. Öndeki avluda turlamaya devam ediyorum. Birazdan erken buluşucular beliriyor İstanbul’un en gözde buluşma mekanlarından biri olan binanın önünde. Hangilerinin konsere girip girmeyeceğini merak ediyorum. Ufak çaplı bir hafiyelik havasındayım. Kendimle bahislere giriyorum: “Şu Converse’li kız, arkadaşını bekliyor konsere girmek için, şu parlak sallantılı küpeleri takmış kızın ise konserle ilgisi olamaz, “çıktığı çocuğu” falan bekliyordur, şu baba-kız ise tam konserlik, belli ki baba gençlik yıllarını yad edecek, kızı ise yeni tanıştığı bir müziğin peşinden gelmiş buralara, ama her ikisi de bugün farklı bir yorumun merakı ve ilgisi ile buradalar”. Kendimle girdiğim bahislerde pek yanılmıyorum, hepsini ben kazanıyorum. Birazdan giderek yaş ortalaması düşmeye başlıyor. Matematiğim iyi olsa, kesin rakamlara ulaşıp bir de istatistiksel gözleme soyunacağım. Artık ben de kapıya yöneliyorum. Biraz da içerinin havasını koklama niyetindeyim. Kapıdan geçiyorum, hemen önümde ardında leylak kokusu bırakan şık bir “teyze”, arkamda bıdır bıdır muhabbete dalmış muhtemelen üniversiteli bir çift var. Pek memnunum bu kompozit ortamdan. İşini memurlara özgü bir monotonlukla yapan biletçi amcayı geçtikten sonra merdivenlerden yukarıya çıkıyorum. Henüz konserin başlamasına 15 dakika var, salondan “soundcheck” sesleri taşıyor fuayeye, yaylılarınki en keyiflisi. Lavabolara yöneliyorum, bir kültür-sanat ortamının en sağlam kulisi olan yere. İki ihtiyar-genç kız sohbetteler. İkisi de pek enerjik, belli ki pek memnunlar burada olmaktan. “Bir şey söyleyeyim mi?” diyor beriki, “Bu sefer gelirken gerçekten zorlandım”. Boynuna pek hoş bir fular sarmış bulunan diğeri yanıtlıyor: “Sorma, giderek daha zahmetli oluyor”. Belli ki erkenden kalkılmış, giysiler ütülenmiş, saçlar taranmış gelinmiş buralara. İçim bir fena oluyor bu kulak misafirliğinden duyduklarımdan. Yaş ilerledikçe yolların uzadığını, basamakların arasının yükseldiğini biliyorum çünkü. Birinci gong çaldığında “olgun” kalabalık içeriye yöneliyor, bir kısmı zaten yerlerini almış bile. Ben kahvemi yudumluyorum. İkinci gong çalarken içeriye yöneliyorum, soundcheck yapan orkestrayı izlemek, havaya girmek isteği ile. Bu sırada merdivenleri telaşla üçer beşer çıkan bir grup genç beliriyor. Hiç şaşırmıyorum, eminim üçüncü gong’u zorlayanları da olacak. Biletlerin istisnai biçimde hızla tükendiği bu hafta sonunda dördüncü sıradan yer bulabildiğime memnun, koltuğuma yerleşiyorum. Hemen yanıma bir baba-kız oturuyor. Kız yirmilere ulaşmamış, baba orta yaşlarında. Kız ilk gençliğe özgü bir coşku ile babasına bir şeyler anlatıyor. Yanlarındaki dört koltuk boş. Kaysalar ben de hemen davranıp ortaya doğru ilerleyeceğim. Kız, babasına yan koltuklara geçmeyi teklif ediyor, baba ise “Oturuyoruz işte, kızım” diye yanıtlıyor bu uygulaması mantıklı öneriyi. Kız bir anlam veremese de yerinden kıpırdamıyor, babasındaki sisteme kapılıp gitmişlik yıllarının verdiği isteksizliğe dönük yorgunluktan başka bir şey değil oysa. Bu yorgunluğun bana bulaşamamış olmasına içten içe sevinerek baba-kızı aşıp ortadaki koltuğa geçiyorum.

 Frak altına jean çekmiş bir şef   

 Birkaç telaşlı genç bedenin daha salona girmesinin ardından kapılar kapatılıyor. Orkestra akordunu bitiriyor ve sessizliği bozan bizim alkışlarımız oluyor. Birazdan sahneye enerjik adımlarla şef çıkıyor. Daha önce gördüğüm şeflere pek benzemiyor bu adam. Kravatsız beyaz gömleğinin üzerinde siyah frakı var evet, altında ise bir jean pantolon. Çene hizasındaki sarı düz saçlarını savurarak selam veriyor. Bu programa başka türlü bir şef düşünemiyorum zaten. Programın yaratıcısı ve 2001 yılından beri dünya turnesini sürdüren ekibin başı bu şef. Elimdeki bilgi kitapçığından şefin Alman asıllı ve yaşamını Prag ile Viyana arasında sürdüren Friedmann Riehle olduğunu öğreniyorum. 1959 doğumlu. Henüz genç bir öğrenciyken kendi özel orkestrasını kurmuş ve o yıllarda opera idare etmiş. Bernstein, Giulini, Karajan ve Kleiber gibi usta isimlerden dersler almış, provalarına katılmış. 1992 yılından beri Çek Cumhuriyetinin ne önemli orkestrası varsa yönetmiş ve Prag’da her yılın 1 Ocak gününde gerçekleşen ve son derece prestijli olan yeni yıl konserlerini ‘95’ten bu yana Riehle yönetiyormuş. Karşımda selam veren bu karizmatik adamın müzikal evrendeki amacı, geleneksel klasik müzik repertuarı ile 20. yüzyılın ikinci yarısında bestelenen müzikleri harmanlayarak genç dimağları konser salonuna çekmekmiş. Böylesine ulvi bir misyon yüklenmiş bu müzik insanına hayranlıkla gözümü dikmişken Riehle orkestraya dönüp batonunu kaldırıyor ve senfonik orkestradan yükselen Deep Purple ezgileri salonu dolduruyor. Önümde oturan bordo ressam bereli yaşlıca amca ne düşünüyor bilmiyorum ama ben hem klasik hem rock müzik sevdalısı bir kul olarak, mest olmuş vaziyetteyim. Orkestranın önünde bir de kadın vokal var. Bu genç hatun kişinin de programı sürdüren turnedeki beş kişiden biri olduğunu öğreniyorum. Onun dışında ekipte iki bayan vokal ve bir bateri var. Atina’lı bir vokal hariç tümü Çek Cumhuriyetinden. Deep Purple’ın ’72 tarihli Japonya turnesinin coşkusuna teşekkür niteliğinde yazdığı “Woman From Tokyo” bitince salondan alkış kopuyor. Etrafıma bakınıyorum. Olgun baylar ve bayanların bir kısmı biraz şaşkın görünüyor gözüme. Vokaldeki genç kızın cüretkar sayılabilecek giysisi ve rock vokallerini andıran tavırları mı şaşırtıyor onları daha fazla yoksa bu salonda duymaya alışkın olmadıkları sound mu bilemiyorum. Salonun bir kısmındansa ıslıklar yükseliyor, bunun hangi kitleden geldiğini görmek için dönüp bakmaya gerek duymuyorum elbette. Salon sakinleşince sahnedeki genç kızın yanına iki genç bayan vokal daha geliyor. Şef Riehle batonunu kaldırdığında salonda düşen su damlalarının sesi yankılanıyor. Kitapçığa bakmaya gerek duymuyorum elbette, bu girişi tanımamaya imkan ihtimal var mı? Pink Floyd’un Tanrısal senfonik şiiri “Echoes”un ilk mısraları bunlar. Orkestrasyon işin içine girip notalar arka arkaya dökülmeye ve salonu bir gökkuşağı doldurmaya başlayınca koltuğumdan birkaç santim yükseldiğimi sanıyorum. Sahneden önümüzde uzayan kumsala yumuşak dalgalar vuruyor. Üzerimde bir albatros asılı duruyor… Dünyasal zaman kavramından uzakta geçen birkaç dakika sonra parça son buluyor. Önümüze serili deniz imgesi yavaş yavaş kaybolunca bir alkış tufanı kopuyor. Şefin ve vokallerin içten selamları ve yüzlerindeki gülümseme koltukları dolduran kitleden memnun olduklarını hissettiriyor bana, ya da onlara karşı önüne geçilmez bir empati hissiyle dolu olduğumdan böyle düşünüyorum. Şef yeniden bize arkasını dönüp orkestrası ile göz göze gelince bu kez egzotik bir ezgi yalıyor yüzümüzü. Led Zeppelin’in “Kashmir”inden başka bir şey değil bu. Yaylıların pek yakıştığı bu aranjmanda vokal de giriyor ve “Kashmir”in coşkulu melodileri akıyor önümüzde. Yine büyük bir alkış aldıktan sonraki sessizliğin ardından belki de dünyanın en iyi bilinen rock ana teması sesleniyor bize sahneden: “Smoke On The Water”. Yan tarafımda oturan orta yaşlarını geride bırakmış tayyörlü teyze hanımın başını sallayarak eşlik etmesi pek hoşuma gidiyor. Parça bitip salon ıslıklarla inledikten sonra Musorski’nin “Resim Sergisinden Tablolar”ından Ravel’in orkestraya uyarladığı iki bölüm geliyor. Büyük Salon’un olgun müdavimleri bu aşina tınılarla biraz kaykılıyorlar koltuklarında sanki.

 Beethoven Deep Purple’a, Mahler Pink Floyd’a benzer!

Ara verildiğinde koltuğumdan kalkarken az önceki bezginliğe yenilmiş babanın şimdi “teenager” kızı kadar coşkun olduğunu farkediyorum. Hareketleri daha canlı, gözleri daha bir parlak sanki. Gündeliğin anlamsız ve yıpratıcı telaşlarının küstürdüğü ruhu, besin değeri yüksek bir gıda almış çünkü! Kahvelerimizi yudumlayıp yeniden içeri girdiğimizde bu kez yanımdaki boş koltuğa geçiyor. Hem de öyle bir geçiş geçiyor ki kızını iki koltuk geride bıraktığını umursamıyor bile. Araya da iki başka dinleyici gelip oturuyor ama bu da babanın umurunda değil. Sahneyi ortalamış, şefe (müziğin kalbine) daha bir yaklaşmış ya, keyfi yerinde. Kızı şaşkınca eğilmiş babasına bakarken salonu lirik bir ezgi kaplıyor. Beethoven dehasından başka bir şey değil bu. Şef Riehle’nin bu program için seçtiği “Özgürlük Ruhu” (Spirit of Freedom) yumuşak ezgisiyle sarıyor bizi. Arkasından Deep Purple giriyor, tüm coşkusuyla “Highway Star” ile. Kitapçıkta gözüme bir şey takılıyor bir ara; şef Riehle (Herr Riehle mi desek) Beethoven ve Deep Purple’ın bazı parçalarının süregelen enerjileri ile önemli benzerlikler gösterdiğini savunuyor. “Beethoven ezilen bireylerin zihinsel ve fiziksel özgürleşmesinden ve eninde sonunda ulaşılacak olan toplumsal zaferden söz ederken; Deep Purple da “Highway Star” adlı şarkısında, son model hızlı bir araba kullanan bireyin bu bağlamdaki kişisel özgürleşmesini konu edinir ” diyor. Şefin dehası ve yönelimine olan hayranlığım bu satırları okuyunca daha da artıyor ve konser bitiminde kulise gidip onunla konuşmaya karar veriyorum. Bu arada Queen’in, “İskoçyalı” olarak bildiğimiz efsanevi “Highlander” filmi için bestelediği “Who Wants To Live Forever” parçası başlıyor. Vokalin yumuşacık yorumu ve şef Riehle’nin “kusursuz” olarak nitelediği parça kulaklarımızda günlerce sürecek bir yankı bırakıyor. Ardından Mahler’in 4. Senfonisinden “Evrenin Ötesi” (Out Of Universe) geliyor. Riehle, Mahler’in de Pink Floyd’un müziği ile paralellik gösterdiğini düşünüyor. İkisinin de müziğinde genellikle bir tedirginliğin hakim olduğunu ama belirli anlarda ortaya çıkan bir esenlik duygusu bulunduğunu söylüyor. Deep Purple’ın “Fireball”unun yüksek temposu ve Queen’in “Friends Will Be Friends”inin salonu coşkulu ve pozitif bir atmosfere sokmasının ardından kapanış parçası olan Pink Floyd’un kültleşmiş Roger Waters dehası “Dark Side Of The Moon” albümünden “Eclipse” gizemli notalarını döküyor kulaklarımıza. Huşu içinde dinliyoruz bir senfoni orkestrasına pek yakışan bu insan üstü eseri. İlk kez olarak, parça tam olarak bitip şef başını öne eğmeden güruhtan alkış kopuyor. Artık bir senfoni orkestrası salonunda değil sadece konserdeyiz. Alkışlar ve ıslıklara çığlıklar da eşlik ediyor. Etraftakilerden bir kısmını yaklaşık bir ay sonra Roger Waters konserinde de göreceğimi düşünüyorum. Bu arada şef ve solistler selam verip sahneden inerken alkışları kesmeye hiç niyetimiz yok. Nihayetinde ısrarlı çağrımıza dayanamayan şef ve solistler sahneye geri dönüyor. Sessizlik sağlandığında artık elimizdeki kitapçıktan bağımsız, gelecek sürpriz parçanın heyecanıyla bekleşiyoruz. Yaylılar o bildik temayı çalmaya başladığında ise salondaki koltuklar cennete uzanan merdivenlere dönüşüyor. Led Zeppelin’den “Stairway to Heaven” ile hepimiz basamak basamak yukarı doğru çıkıyoruz. Parça bitince kopan alkış tufanının selam verip ayrılan şefi yeniden sahneye çıkaracağını umuyoruz. Bu arada “olgun” izleyicilerden neredeyse hiç oyunbozanlık yapan yok. Onlar da bizim kadar coşkun olmasa da, güzel ellerini çırparak şefi geri çağırıyorlar. Çantasını alıp giden pek az. Derken beklenen adam yeniden kapıda beliriyor ve üç güzel sesli meleğini de getiriyor bu kez yanında. Alkıştan yıkılan salona dönüp bize sıcacık bir gülümseme fırlatıyor, bir kısmını yakaladığımı düşünüyorum. Tekrar orkestraya dönüyor, batonunun altından ne çıkacağını beklerken kalbimin sessiz salonda duyulacağını sanıyorum. Ve o kutlu notalar salonun duvarlarını psychedelic renklere boyamaya başlıyor. Dayanamayıp, yanımda oturan ve kızından ayrı düştüğü için program kitapçığımı paylaşan “baba”ya dönüp “Aman Tanrım, Shine On You Crazy Diamond” diye fısıldıyorum. Böyle bir konser ancak böylesi anıtsal bir parçayla noktalanabilirdi diyorum, başka bis olmayacağını anlıyorum. Salonda deli bir sessizlik oluyor, ardından kopan alkış dakikalarca sürüyor. Teyzeler ve amcalar bu alkış kıyamet esrimesine fazla takılmayıp toparlanıp çıkıyorlar, “en son alkışı ben tutucam”cılardan biri oluyorum. Şef ve solistler uzun ve sıcak selamlamalardan sonra sahneden ayrılıyor. Orkestra toparlanıyor, içeri giriyorlar. Salon hızla boşalırken ben sahneye doğru yürüyorum. Birkaç zaman önce de geçtiğim dar kulis kapısını bulup içeriye dalıyorum.

“Önemli olan şefi görmek değil, hissetmektir”

 Şefin odası… Ufak ve dar bir dikdörtgen… Etrafta gömlekler, kağıtlar ve sağa sola dağılmış çamaşırlar… “Fotoğraf makinenizin yanınızda olmadığına sevindim” diyor bana gülümseyerek. Bense üzgünüm yanıma almadığım için, ama planlanmış bir röportaj değil ki bu. “Ben sadece bir dinleyici olarak gelmiştim aslında…” diyorum. “Ama konseri dinleyip sizi gözlemledikten sonra dayanamadım, işte buradayım…” Az önce sahnedeki müthiş performansından ıslak düşmüş saçlarıyla, elinde litrelik bir pet su şişesi, karşımda samimi bir edayla oturan jean’li şef ile laflamaya başlıyoruz. Seyirci koltuğundan kalkıp söyleşiye gelmiş bu hazırlıksız haberciye, bir yüzünde playlist’in yazılı olduğu bir kağıt ve minicik kalmış bir kurşun kalem uzatıyor. Kağıdın altına destek için yerleştirdiği nota sehpasının üzerinde spontan sorularıma verdiği cevapları not almaya başlıyorum:

 – Çok etkilendiğimi söylemeliyim. Böyle bir program oluşturmaya çıkış noktanızı merak ederim…

– Beğendiğinize sevindim. Doğrusu bu fikri yıllar önce çok yakın bir arkadaşım verdi. Genç dinleyicilerin yeterince konser salonlarına uğramadığını düşünüyordum, yapılan senfonik rock aranjmanları ise tatsız tuzsuzdu. Sebebi ise enstrümantal olmaları, vokale yer vermemeleriydi. Biz de bu yüzden solistlerle sahneye çıkıyoruz.

– Buna katılıyorum. Ben de Londra Senfoni Orkestrasının Rolling Stones yorumları CD’sini ancak bir iki kez dinleyebildim.

 – Elbette içinizden gelmez. Çünkü bunlar vokalleri ve sözleriyle de varolan şarkılar. Vokaller anlamsal olduğu kadar biçimsel olarak da şarkılara güç veriyor. Mesela Pink Floyd’un “Eclipse”i sözleri olmadan yeterince güçlü olamaz. Ya da “Whole Lotta Love”da vokaller enstrüman gibi işlev görür.

 – Evet ama üç kadın solistiniz var. Erkek solist neden düşünmüyorsunuz tüm yorumladıklarınız erkek vokal şarkıları olmasına rağmen?

 – İşte tam da bu sebepten. Bir erkek solist çıkıp Freddie Mercury gibi “Who Wants To Live Forever” söyleyemediğinde yandık demektir!

– Anlıyorum. Kendiniz de bir rock müzik dinleyicisi olmalısınız.

– Evet ilk gençliğimden beri hiç değişmedi. Pink Floyd, Deep Purple, Led Zeppelin sürekli dinlediğim ve emprovizasyonlarını sevdiğim, senfonik uyarlamalarının mümkün olduğunu düşündüğüm gruplar. Ayrıca elbette klasik müzik formasyonum var ve rock müziğin orkestrasyona çok yakıştığını düşünüyorum. Beethoven ile Deep Purple’ın bazı parçalarının enerjileri ile benzeştiğini hissediyorum. Benzer biçimde Mahler ile Pink Floyd atmosferlerinin de, genellikle tedirgin ama birden ortaya çıkan esenlik duygusu ile yakın olduklarını düşünüyorum.

 – Frak altına jean giymeniz de takdire şayan. Bu bir kurumsal sorun yaratmıyor mu?

 – Aslına bakarsanız klasik bir konserde bunu yapamazsınız tabii. Ama ben bu programı sunduğum her salonda böyle giyiniyorum. Bu klasik ve rock’un harmanı çünkü. Özel bir durum var ortada.

 – İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasını nasıl buldunuz? Diğer çalıştığınız orkestralar ile kıyaslarsanız?

 – Orkestrayı iyi buldum, ama sanırım birkaç kişi erken tatile kaçmıştı onların yerini dolduranların eksiklikleri hissediliyordu, en azından ben hissettim. Kıyaslarsam, özellikle Alman ve Viyana orkestralarının çok katı bir tutuculuğu olduğunu söylemeliyim. Burunlar havada, “Biz Queen çalmayız!” derler.

 – Bir Alman olarak Türklere aşina olmalısınız?

 – Evet öyle. Hatta yakın bir Türk dostum da var. Oldukça seviyorum Türkleri. Sıcak, açık insanlar. Zaten toplumsal olarak benzediğimizi düşünüyorum. Türkler de Almanlar gibi tarım toplumundan, köy düzeninden geliyor. Domates yetiştirmekten yani. Aslına bakarsak çoğu ülke için böyle diyebiliriz değil mi?

 – Sanırım ABD hariç!

– (Gülüyor) bak bu doğru.

– Hep bir orkestra şefine bunu sormak istemişimdir, Danny Kaye maestroyu hicvettiği bir gösterisinde, orkestrayı yanlış şekilde yönetmiş ve parça doğru çalınınca seyirciye dönüp “İşte gördünüz aslında şefin bir işe yaradığı yok” demişti. Sizce şefin işlevi nedir?

 – (Gülüyor) Aslına bakarsanız orkestra elbette şefsiz de çalabilir. Ama şef orkestraya güç ve tansiyon verir. Şefin orada olduğunu bilmek müzisyene güven verir ve kendisi gösterildiğinde daha güçlü ve tutkulu çalar. Bunun için sürekli olarak şefe bakması gerekmez, zaten provalarda şefin işaretlemelerini öğrenmiştir. Zaten burada önemli olan şefi görmek değil hissetmektir.

– Önünüzde ne gibi projeler var?

 – Seneye Deep Purple’dan Ian Gillan ile bir ortak projemiz olabilir.

– Haziran’da Roger Waters İstanbul’da olacak ona ne dersiniz?

 – Evet, o turneyi burada mı bilmem ama mutlaka bir yerlerde yakalamak istiyorum ve Waters ile tanışmayı düşünüyorum.

 – Sizi tekrar buralarda görebilecek miyiz?

 – Haftaya turnenin Türkiye ayağının son konserini Bursa’da vereceğiz. Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası ile çalacağız. Bu programın ülkenizde yeterince duyurulamadığını düşünüyorum. Özellikle genç kitleye duyurulursa seneye yeniden burada olmayı gerçekten isterim…

Müzisyenlerin kullandığı arka kapıdan binadan çıkıyorum… Gökte bahar güneşi parlıyor. Zihnime “Echoes”un ilk damlaları düşmeye başlıyor… Bursa biletimi almak üzere otobüs firmalarına doğru köşeyi dönüyorum…

(Mayıs-2006)

ntvmsnbc.com’da yayınlanan yazı

‎”Umudun atını sürerken, Cesaretin yularını tutuyorum… Sabrın zırhını da kuşandım, ve kafamda Tahammül miğferi; Böyle başladı Aşk ülkesine yolculuğum…”

avatar Beethoven Büyülü Fener: Sinema Deep Purple dolphins Faruk Türünz lutiye Mahler Mevlana movies müzik naushika Pink Floyd Rumi röportaj spiritüel Suat Çetin tekamül ud