Keşke uzun süredir kullanmadığım bir sözcük… “Keşke diye bir şey yoktur” çünkü inanışımıza göre…  Ama bu yazının başlığını bile “Keşke” koydum. Çünkü bu Pazar kahvaltıma eşlik eden düşünceler için daha uygun bir sözcük bulamadım…. Umarım bu uzun süredir ilk ve de hayatımda son kez kullandığım “Keşke” ol’sun…

“Keşke” dedim; insanlar uygarlığı kurarken bir gün bir yerde nasıl yaptılarsa (ki antropoloji okumuş-incelemiş herkes kadar bu bilgiye -ne yazık ki- sahibim) dünya düzeninin temeline “para”yı yerleştirmeselerdi.  

Keşke, doktorlar, şifacılar hastaları, sıkıntısı olanları sadece ve sadece “iyileştirmek” için ilimlerini, yeteneklerini kullansalardı. Mimarlar, insanlar sağlıklı ve güzel yuvalarda yaşayabilsinler diye ev projeleri çizseydi… Kaynaklar sonsuz, toprak cömert; keşke insanlar bu kaynakları doya doya uygarlık adı altında uydurulmuş sınırlamalar olmadan hep birlikte kullanıp yiyip içseler, giysiler dikselerdi. İlişkileri bile yeri geldiğinde belirleyen ve yönlendiren şey “para” değil sadece olması gerektiği gibi “sevgi” olabilseydi…

Bir gün bu böyle olacak, biliyor ve seziyorum. Çünkü insanın hamuruna işlenmiş, evrimle, tekamül ile ne ile derseniz deyin; varması gereken nokta bu… Ama kaç yüzyıl daha gerekecek işte bunu bilemiyorum…

Birkaç gündür mutfak penceremden içeriye girme çalışmalarını bu sabah başarı ile sonuçlandıran bal arısı soktu sanırım bu fikirleri aklıma.

Keşke hepimizin aklı o arı gibi çalışsaydı…

İyi Pazar’lar 🙂

Çirkin ördek yavrusu masalını hatırlamayan yoktur. Bir ördek ailesine yanlışlıkla katılmış bir kuğu yavrusu diğerlerine benzemediğinden; “öteki” olduğundan sürekli dışlanır, çirkin bulunur… Sonunda güzeller güzeli bir kuğuya dönüşmesi için “büyümesi” gerekir…

Derin işlerin adamı Darren Aronofsky sinemasının perdelerimize son armağanı olan “Siyah Kuğu/Black Swan”,  tüm sürükleyici alt meseleleri yanında aslında tam da bir “büyüme” hikayesi. Elbette bu aynı zamanda etkileyici bir metamorfoz öyküsü de. Sinemada metamorfoz denince kuşkusuz pelikül sevdalıların ilk aklına düşecek isim David Cronenberg olur. “Siyah Kuğu”da güzel Nina (ya da güzel Natalie Portman) sırtındaki tuhaf yarıklardan bir siyah tüy tutup çektiğinde Cronenberg’in “Sinek / The Fly” filminde sırtındaki yaradan sinek bacağı çekip aynı şaşkın ifadeyle bakan Jack net biçimde anımsanıyor. Aronofsky böylece Cronenberg’e bir selam veriyor ve “metamorfoz işinde ben de iyiyim” diyor sanki. Hakikaten de iyi! Filmin Altın Küre ve Oscar parıltılarından ötürü söylemiyorum bunu. Kendi izleme deneyimimin bende bıraktıklarından dolayı söylüyorum. Filmden çıktığımda sokaktaki dondurucu kar soğuğu, evdeki rutin, aklımdaki çözüm bekleyen sorular… Hiçbirşey aynı değildi!  Yusuf Atılgan ustanın “Sinemadan çıkan adam” projesinde kullanılabilecek uygun filmler listeme koydum bile “Black Swan”i. (Atılgan, “Aylak Adam” romanında kentin bütün insanlarını alabilecek dev bir sinema salonu hayal eder ve seans bitiminde bütün insanların salıverilip dolduracağı sokakların düş dolu, bambaşka havasını hayal eder)

Dönüşmek; büyümek; tekamül etmek…

Metamorfoz kolay zanaat değil. Dünya üzerinde gözünü açan bizler, ömrümüz boyu irili ufaklı metamorfozlardan yani dönüşümlerden geçiyoruz. Yaşamın işleme şekli bu sanki; sürekli akan hayat nehrinin, her yeni gün hatta her yeni an yepyeni bambaşka bir damlasıyla yıkanıp değişmek. Değiştikçe, dönüşmek, dönüştükçe büyümek.  Değişimle dönüşüm arasındaki ince fark da, hemen burada belli ediyor kendisini; yaşadığımız değişimleri içselleştirip kendimize kattıkça dönüşmüş olabiliyoruz ancak. Büyümeden dünyayı terk etmeye niyetli olanlar da olmuyor mu yaşam içinde? Elbet oluyor. Koşulları durumları buna elverişli ya da zorunlu olanlar ya da kendileri çeşitli sebeplerle zorlayanlar. Büyümenin çocukluk saflığını öldüreceğini düşünenler, büyükler dünyasından hoşlanmayanlar. Ama bu durum arada bir ergen olarak sıkışıp kalmayı ve iki tarafa da aiet olamamayı getiriyor kanımca. Oysa büyürken de içindeki çocuğun temiz bakışını korumak mümkün olsa gerek. Bunun bir kısmı da dünya ile barışmaktan geçiyor sanırım. Kendi içsel yargılarımızı, çocuk zihnimize kodladığımız kurallarımızı gözden geçirmek gerek.

Gerçekten hayat değiştirmeden, dönüştürmeden bırakıyor mu direnenleri? Sanmam. İlla ki bir şekilde her kulun elinden tutuyor değişim, en azından çocukluk masallarının bir kısmını “dönüştürüyor”. Bambaşka gerçekliklerle tanıştırıyor onları. Hepimizi. Büyümek istemeyen çocuklar direndikçe canları acıyor; akan nehre karşı koşmaya çalışınca nehir yoruyor, o vakit acıta acıta büyütüyor hayat onları. Seçimler belirliyor sınavları belki de bazen. Bu bir kraliyet ailesi mensubu için de böyle, varoşta yaşam savaşı veren ailenin ferdi için de. Sınavlar, deneyimler farklı ama yolculuk aslında hep aynı yöne: büyümeye.

Natalie Portman’ın tam da kendi büyüme çağına; anne olma arifesine denk gelen filmdeki performansı son derece etkileyici ve inandırıcı. Film izlediğinizi unutturan türde filmlerden “Siyah Kuğu”. (Sinemanın büyüsü biraz da burada değil mi?) Portman’ın bir balerini canlandırmaktaki pratik ustalığını bir kenara koyarak, skalanın iki ayrı ucundaki duygulanımları veren oyunculuğunu ayakta alkışlamak gerek. Bu kızın, daha “Léon”un küçük Matilda’sı olduğundan beri özel bir hayran kitlesini etkileyen ışığı hiç sönmeden, sislenmeden yanıyor, daim olsun. (Star Wars incisi Prenses Padme Amidala’ya da selam olsun)

Kuğu gölü temsili: Hayat

Beyaz ile Siyah arasında kendi dönüşümünü – büyüme serüvenini- yaşayıp tamamlayan bir genç kadın Nina.  Parantez içlerini alt satır okumaları olarak alalım: Kuğu Gölünün temsilinin (hayatın) başrolünde (ömründe) Beyaz Kuğu ile Siyah Kuğu’yu aynı bedende canlandırması gerektiğinde bütün hayatı değişiyor. Eski bir balerin olan annesinin kurallarla ördüğü steril dünyası, kırılgan, çekingen kimliği paramparça oluyor. Bu arada yalnız ruhunu değil bedenini de yani tüm varlığını parçalıyor bu dönüşüm serüveni. Sonunda dönüşüm tamamlanıp Nina, sahnede (kendi içinde) hem Beyaz’ı hem de Siyah’ı hakkıyla oynadığında (yaşadığında) dönüşümü (tekamülü) tamamlanıyor ve o da sahneden (hayattan) ayrılıyor.

Hürmüz ile Ehrimen’in ya da ışık ile karanlığın büyük mücadelesi nasıl bitiyordu hatırlarsınız; Aşk’ın araya girmesi ve her ikisini de selamlamasıyla. Aslında ikisi de Tanrının gözünde BİRdi. İkisi de bütünün bütünleyen parçaları. Gece olmasa gündüz bilinir mi, kötü olmasa iyi, siyah olmasa beyaz, ölüm olmasa yaşam… Karanlığı yok saydıkça gizli mahzenlerimize kilitledikçe, sadece ışıktan mürekkep olduğumuzu savundukça kendi diyalektiğimizi ketlemiyor muyuz? Göğün bile yedi rengi varken biz kendi renklerimizin bir kısmını çeşitli yargısal sebeplerden kilit altında tutmuyor muyuz? Kendi adıma, filmden çıktığımda kimi renklerimi özlediğimi fark ettim!

Nina gibi sarsıntılı bir dönüşümle “büyümemek” için siyah ve beyaz kuğularımızı barıştıralım, ondan sonra hayat sahnesinde hangisini oynayacağımıza karar veririz. Kendini bilme yolculuğunda önemli bir durak karanlığımızla barışmak. Yoksa Yin Yang’ımızın bir tarafı hep eksik kalıp, yolculuğumuz da Nina’nınki gibi sert bir düşüşle sonlanabilir. Hepimize içimizdeki tüm renklerle barışmak, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek yolunda başarılar; güzel bir temsil ol’sun…

Pelin Özdoğru Davran

Bir zamanlar “bildiğini” sanan bir bilemeyendim. Şükür ki bilmediğimi biliyorum nihayet! Nasıl mı? Evimin bir odasını kitaplıklara armağan etmemi gerektirecek kadar okuduktan, geceler boyu tefekkür ettikten, gündüzler boyu kuytuda hep Özümle hemhal olup sohbet ettikten, karşıma “tesadüf eserleriyle” çıkan güzel gönüllüleri uzun uzun dinledikten sonra… Pek bir şey bilmiyorum evet, ama bildiğim bir şey daha da bilmez duruma geleceğim…

Bu bilmezlik hali içinde elbet bilen bir kalp taşıdığım gerçeği kulağıma sık fısıldanıyor “iç ses” tarafından. Ve yine bu bilmezlik hali içinde bilmeyip de emin olduğum (tuhaf bir durum biliyorum!) bazı bilgiler birikiyor, sürekli “eski şeyleri” unutup duran dağarcığımda…

İşte bu biriken konulardan bu aralar önemli addettiğim, sıklıkla karşıma çıkan ve “yola düşmüş ama bir karmaşa içinde hissettiğim ruhların hallerinden damıttığım konuyu dile getirmek istedim.

Felsefeci bir dostum bir düşün yazısının “sorularla” başlamasının yararlı olduğunu söylerdi. Öyle yapalım: “Tanrı bizden ayrı mı” “Biz Tanrı mıyız” “Yaratıcı Ben miyim” “Düşünüyorum o halde Yaradan mıyım” !

Kuantum ve Yaratma düşüncesi

Kuantum düşüncesinin kitlelere yayıldığı ve sempati topladığı bu çağda ne demek istediğimi anlamak zor olmayacak. Aslında bu yeni bir anlayış değil; Hallac-ı Mansur 900!lü yıllarda “en el Hakk” (Ben Tanrıyım) dediğinden beri süregiden bir tartışma. Hallac “Tanrı benim”mi demek istiyordu, yoksa “Ben Tanrıda kayboldum” mu?

Bunun günümüzdeki tezahürü ise “Düşüncelerimle yaratıyorum o halde Yaratıcı benim” ileri noktasına varıyor. Bu noktaya gelenlerde Yaratıcı Tanrı’yı (Rabbi) reddetmek de sık rastlanır bir durum. İşte tam bu noktada anladığımız kadarıyla tekamül yolundaki “sapma” gerçekleşiyor, ve “kendine hizmet” yani negatif kutuptan yola devam ediliyor.

Elbet bir gün tüm ruhlar Mevlana’nın dediği gibi “iyi ve kötü’nün ötesindeki o yerde” buluşacağız. Bu sözüm “kutuplaşmayı aştık” diyen canlara. Hala buralardaysanız tam olarak aşmamışsınız demektir J O yere giden yolsa  seçimlerden geçiyor. Bir çok disiplinler, kadim öğretilerden idrakimizce damıtabildiğimiz kadarıyla; yol ayrımı esasta iki türlü: “Kendine Hizmet yolu” (negatif) ve “Bütüne Hizmet Yolu” (pozitif)… Kendimizi elbet seveceğiz “Ben olmadan hiçbirşey yok” çünkü. Ama kendimizi bütünden ayrı/üst tutmak, sinsice şişmiş egomuzla ayakta durarak değil, aksine Öz’ümüzden gelen koşulsuz sevgi ve ışık’ın duru ve güçlü duygusuna yaslanarak olmalı. Koşulsuz verilen sevginin geri dönüşünü deneyimleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklar.

Yaratan ve Yaratılan BİRdir evet. Ama AYNI değildir. Basit bir örnekle; (Abdülbaki Gölpınarlı’nın oğlu gönül dostumuz Yüksel Bey’e selam ederek) Yaradan Güneş’tir ve biz onun IŞINlarıyız. Işın Güneşin parçasıdır ve toplamda BİRdirler evet, ama Işın tek başına Güneş’in kendisini karşılayabilir mi?

 Kuantum düşüncesini “düşüncemle yaratıyorum öyleyse Yaratıcı benim” haline sokan zihinler ne yazık ki tam da yol üzerindeyken bir karmaşaya sürükleniyor. Bizler ancak kendi patikalarımızdaki dönemeçlere karar vererek “yol”umuzu yaratıyoruz; ne ki o yol hep BİRe akıyor…

 Büyük planda ise elbette, “iyi” ve “kötü” ayrımları önemsiz çünkü hepsi aynı yere varıyor sonunda. Ama biraz da yol’un kendisiyse yolculuk, o halde yolculuk araçlarımızın seçimlerini iyi yapmamız gerekli olsa gerek.

Özgür İradeye sonsuz saygımızdan bunun bir yönlendirme değil, seçimler üzerine farkındalık yaratma girişimi olduğunu da belirtelim.

 Şimdi anlatmaya çalıştıklarımı farklı bir üslupta fakat aynı Öz’de dile getiren bir alıntıyla daha anlaşılır kılmak istiyorum. Burada biraz “kanal bilgileri”ne de gönderme var. Ama sonunda hepimiz “kendi içsel kanalımızı” bulmakla yükümlü olduğumuzdan genel de alabiliriz:

 “Dördüncü yoğunluk derecesi (bilinci) bir negatif varlığın, kendini sevmenin herkesi sevmek olduğuna inanç beslemesi, negatif temaslara maruz kalmalarının sebebidir. Böylece, kendisine öğretilen ya da tutsak edilen her varlık, karşısında kendini sevmeyi öğreten bir öğretmen bulur. Bu öğretinin amacı, bu şekilde negatif dördüncü yoğunluk derecesi için hasat edilebilecek “kendine-hizmet” eğilimli varlıklar yetiştirmektir. Bu varlıklar kendi (yüksek negatif varlıkların) negatif amaçlarına yönelik olarak kullanılmak üzere yetiştirilir.” RA Bilgileri 

Bu konuda 80’li yıllardan beri zihinlere atılan bu yanlış inanç tohumunun kaynağıyla ilgili olarak, A. Kerim Soley’in değerli fikir ve araştırma yazısını okumanızı da öneririrm:

“…Celse katılımcılarına daha başta  ‘sen tanrısın’  mesajı verilmesinin ne kadar doğru olabileceği de hayli kuşkuludur. Yani bu,  ‘sende o cevher ve ona erişim potansiyeli var’  demekten oldukça farklı birşey… Herkese göre değişebilen ve bir ölçüde de havada kalmış bir tanımın ya da nitelemenin, bir bakıma  ‘dayatılmış’  olması ne ölçüde gerçekçi olabilir? Kaldı kihenüz işin çok başında olanlarda  ‘diğerlerinden ayrışma’, hattâ  (tanrı korusun ama)  megalomanca saplantılara kapılma riski de vardır. Çünkü  ‘olmadan önce olduğunu sanmak’  da,  ‘bu yöntemle olmaya koşullanmak’  da aynı derecede sakıncalıdır…”

http://www.derki.com/ruhsallik/item/2538-ramtha-uzerine 

Hepimize seçimlerimizle güzelliğe doğru yollar olsun… “İyi ve Kötü’nün ötesindeki o yerde” buluşuncaya dek…

 Pelin Özdoğru Davran

Spiritüel alem içre gezip de, hele ki facebook, myspace gibi sosyal paylaşım ağlarında mekan edinenlerin veyahut kitabevi mi ticarethane mi olduğu ayırdedilemez çok katlı mağazalarda “Sıradışı Öğretiler” rafları önünde mesai harcayanların “kanal bilgileri”nden haberdar olmaması düşünülemez herhalde… Kanal bilgileri ve “bilginleri” ile ilk müşerref olmam 2006 yılına rastlar (bir çoğunuzun tanışıklığı benden eskidir eminim, benim tek “kanal”ımın TRT çocuk kuşağı olduğu ‘80li yıllardan beri “aktıklarını” göz önüne alırsak) O yıl ayağımın alıştığı bir “kitapçı” (sadece kitap satmaya çalışıyordu evet, ve battı sonunda) kepenkleri indirmesine üç ay kaldığını ve bu üç ayda tüm kitapları %50 indirimle satmaya başladığını duyurmuştu. Ne tesadüf ki (!) duyurunun ilk gününde oradaydım ve bu üç ayı nasıl değerlendirdiğimi tahmin edersiniz… Her öğrenme açlığına sahip nefsin yapacağı gibi, bu üç ayda elime geçen (neredeyse tüm) parayı sevgili iflas bayrağı dalgalanan kitapçımın kasasına takdim ettim. Bu arada spiritüel evrimimin “ne bulursan yalayıp yut” aşamasında bulunduğum için kitapçımın yine tesadüfen (!) pek zengin spiritüel raflarını da neredeyse tek başıma boşalttım. Her gelip gidişimde elim kolum kitap dolu ayrılıyor, farklı disiplinler ve bakış açılarından (Zen- Tao- Feng Shui- Budizm- Sufizm – Osho öğretileri – Dalai Lama külliyatı – Okültizm vb…) rehber kitaplar edinmeye çalışıyordum. O dönem Budist, Taoist ve Zen öğretilerine daha aşina olduğumdan mı kitapçımın eğilimi o yönde olduğundan mı bilinmez, bu türdeki seçimlerim çoğunluktaydı. Bu arada nedense “öte alemlerden size selam getirmişem” modundaki A… Yayınlarının kitaplarından sebebini çözemediğim bir hissiyatla uzak durmaya çalıştığımı fark ediyordum. Bu yayınevinin kitaplarının çoğu, ya egomu ürkütüyor ya kalbime sinmiyordu, tam emin olamasam da elim gitmiyordu bir türlü işte… Üç ayın sonuna yaklaştığımız günlerde, spiritüel öğreti rafları benim de büyük çabam sonucu boşalmaya başlamıştı. Yine gözümden kaçan ola mı, diye uğradığım günlerden birinde bir süredir elime alıp alıp bıraktığım, muhtemelen o günlerdeki “rengimden” ötürü ilgimi çeken “Beyaz Kitap”a bir şans vermeye karar verdim. “Ramtha” adı ile göz göze geldiğimizde sevgili içsel uyarı sistemim (yanlış birşey yaptığımda karın ve kalp bölgesinde ateş basması şeklinde kendini gösteren) devreye giriverdi. O zamanlar ruhumla konuşmayı öğrenmeye başlamıştım ama göz ardı etme hakkımı da bugüne nazaran daha sık kullanıyordum! Ve uyarıyı göz ardı edip kitabı aldım… Kitapçıdan çıkıp, o zamanlar birlikte olduğum gönlü güzel sevdicek ile buluşmak üzere çay bahçesinin yolunu tuttum. Her zaman yaptığım gibi aldığım kitapları ona kalbi hizasında tutup not vermesini istedim. Gönlü güzel sevdicek kapaklarına dokunup hepsine, “olur, farketmez, güzel” gibi az ve öz yorumlarda bulunduktan sonra “Beyaz Kitap”a gelince durdu… Bir an düşündükten sonra suratına bir gülümseme yayıldı ve “üfürük bu!” dedi  Şimdi sevgili okuyanlar, özellikle de “Ramthasever” güzeller, n’olur darılıp kırılmayınız, ve de derKi’ye doğru daş atmaya başlamayınız (bakın ne güzel oldu yeni hali ile, sevgili Sonsuz’umuzun beline kramplar girdi, kıymayınız). Bu yazıyı yazmayı inanın aylardır erteliyorum, durmadan bu konuda “bir bilenler”le fikir teatisinde bulunuyor, okuyor da okuyor, kütüphanemdeki bütün kitapları tarıyorum. Ne ki insan kalbini tarasın yeter imiş… Açıkçası bu yazı; uzun süredir kafamı kurcalayan, nefsimi kamçılayan ve kalbimi karıncalayan “kanallardan haber alma ve iletme ağı” üzerine düşünmeye sevketme niyeti taşıyan bir denemeden başka bir şey değil. Şimdi bu hazırlık süreci boyunca karşıma çıkan neşriyattan alıntıladığım bir takım paylaşımlarla zihinleri ve kalpleri araştırmaya davet edeceğim; Bir konuda tartışabilmek için, her iki açıdan da bakabilmeyi öğretenlerime (tez-antitez-sentez) şükranlarımı yollayarak; önce “Meleklerden Cevaplar” isimli kitabı edinip oradan aldığım hislerden söz edeceğim izninizle. İlk izlenimim; “muhteşem!” çok sevindirici! Ne güzel mahlukatlar ki oturup bizimle konuşmuşlar ve ne de güzel cevaplar vermişler insanlık sorularımıza… Kitabı kaleme alan Diana Cooper, şöyle başlıyor sözlerine: “Kırk iki yaşımdayken, boşanmamın askıya alındığı bir dönemde bir melek bana geldi. Işık saçan bu altı ayaklı varlık, geleceğime dair bana anlık bir görüntü gösterdi. Bu görüntüde ben bir platformun üzerinde dikiliyordum ve bir salon dolusu insanla ruhani konular hakkında konuşuyordum… Ender rastlanan bu aydınlanma anı bana umut verdi ve yaşamıma anlam kattı. O zamana kadar meleklere dair ne bir fikrim vardı ne de onları düşünmüştüm. Ayrıca din ve maneviyatla ilgili bilgim de yoktu… Neden ben diye düşünüp cevabı bulmak için meditasyon yaptığımda bana, herkese yaşamlarının belirli döneminde bir görüntü gösterildiği söylendi. Ancak çoğu insan bu görüntüleri hayal ürünü addederek başlarından atıyordu. Bense bana gösterilen görüntüyü korudum ve gerçekleştirdim.” Diana ablamızın “altı ayaklı” tabiri bana bir yerlerden bir şeyler anımsattı: “Meleklerin de kendilerinden peygamberleri vardır… biri Cebrail (a.s.)dir ki altıyüz kanadı vardır, her kanadının yüz saçağı vardır. Bütün kanatları değişik renkte nurdandır…” Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname”sinden… Şimdi ilahi bir vahye maruz kaldığını umduğumuz Diana Cooper’ı bir kenara bırakalım ve (açıkçası bana daha çok güven veren) Abdülkadir Geylanî’nin Meleklerle görüşmenin ön koşullarını açıkladığı ilhami sözlerine bakalım (Geylanî Hazretleri, İbn’ül Arabi’nin feyzlendiğini söylediği kimselerdendir, ki çok sevdiğim bir menkıbeye göre Hz Arabi, Bağdat ziyareti sırasında Geylanî hazretlerinin onun için yarım asır önce bıraktığı elbiseyi giymiştir) “Nasıl iflah olabilirsin; nefsin, tabii arzuların ve şeytani duyguların elini kalp gözüne saldırttın. O elleri kalbinden uzak eyle ki, eşyayı olduğu gibi göresin. Nefsini cihadla, muhalif olmakla bertaraf et. Tabiat ve şeytan elini bırak ki, Hakk’ı bulasın. Bu elleri parçalarsan perdeler sana açılır. Rabbinle aranda hicab kalmaz. Hak’tan ayrı şeylere onun varlık gözüyle bakarsın. Nefsini olduğu gibi görürsün. Başkalarını yine öyle seyredersin. Nefsin hatalarını görür, bırakırsın. Başkalarının kötülüğünü anlar, kaçarsın. Bu duyguları benliğinde duyarsan, İlahi Nura yakın olursun. Orada sana gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanın bu maddi duygu ile sezemediği şeyler vardır. Bu halden sonra, kalp kulağın iyi şeyler işitir. Sır gözün parlak olur. Basiretin açılır. Onlara nurdan kisveler giydirilir. Keramet süsü takılır. Hak saltanatı ile sana sultanlık verilir. Velayet derecesine çıkarsın. Hak sana yardımcı olur. Her mülk emrine girer. Artık seni rahatsız eden mahluk çıkmaz. Herşey kalbine bekçi olur. Melekler sana hizmete gelir. Hak, sana peygamber sevabı verir; onların ruhaniyetini gösterir. Yaratılmışların her gizli tarafı sana ayan beyan görünür.” Görüldüğü gibi, meleklerin hizmetinin de dahil olduğu bir takım mertebelere erişmek mümkün. Yalnız az birazcık (!) ön koşulun yerine gelmesi gerekiyor. Diana Cooper hanımefendinin de perdelerini açtığını umuyoruz… Şimdi pek de derinlerine dalmak istemediğim bir konuya (mümkünse benden daha çok bilgi ve ilgi sahibi olanlar bu konuda ekleme-çıkarma yapsınlar) “başka gezegenler-galaksiler- yıldız sistemlerinden” eski dilde “tebliğ” yeni dilde “kanallık” yoluyla bir takım bildiriler dağıtılmasına giriş yapacağım: Bu konu başlığı altında karşımıza sık çıkanlar çeşitli “Baş melekler”, Kryon, Ramtha, Metatron gibi isimler… Bir kısmı kadim kutsal kitaplar ve anlatılarda adı geçen melekler. Bir kısım “new age” tabir edilen tanrısal varlıklar olduğu söylenenler. Nedense ezici bir çoğunlukla ABD vatandaşlarını “kanal” olarak seçiyorlar ve bu kişiler genelde hiçbir spiritüel evrimle ilgilenmemiş, çoğunlukla da evde yemek yaparken canı sıkılan ev hanımlarından çıkıyor! Ar-ge dönemim boyunca edindiğim duyumları paylaşırsam; bir kısım kişi, Kur’an başta olmak üzere kutsal kitaplar taranarak yaratılmış bir çeşit sömürme aracı olduklarını; bir kısım, çeşitli dinlerin örtük misyonerleri olduklarını; bir kısım da, melek adı altında “Cinn” yani öte alemden kötü niyetli varlıkların oyunları olduklarını düşündüklerini söyledi. Benim nacizane görüşüm ise, koruyucu, kollayıcı ve “kaydedici” meleklerin etrafımızda olabileceği, ama özgür irademize ve hepsinden öte İlahi vahye karışmadıkları; aksine uygulayıcı oldukları yönünde… Eğer onlarla duyusal bazda iletişim kurmak mümkünse de bu ancak Geylanî’nin de sözünü ettiği vasıflara ulaşılınca mümkün belki… Dahası; ilham alabilmek için illa meleksi varlıklarla bağlantıya geçmemiz mi gerekli? (ki onlar “insan”a secde etmemiş miydi?) Bir dostun pek sevdiğim tanımlamasıyla “içimizdeki Tanrı çipi” sayesinde zaten ilahi bağlantıya sahibiz. Tıpkı taşıyabileceğimiz kadar yük verilmesi gibi, bilmemiz gerektiği kadar bilginin yolunun açılacağına da inancım var. Zorlamak nefsin işi olmasın? Bu durumda hepimizde varolan “kalp kanalını” kullansak? Bunu benden daha iyi anlatanlar var elbette: ‎”Senin Canının içinde bir Can var, o Canı ara! Beden dağının içinde mücevher var, o mücevheri ara! Ey yürüyüp giden Sufi, bütün gücünle ara; Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara.” Hz Mevlana Celaleddin Rumi

 Sirius’ta ikamet eden “kurtarıcı Tanrı’yı” beklemek…

Bu konuda pek zihin açıcı bir fikir yazısı da karşımıza çıktı, paylaşalım: (yazarına dair tek bulabildiğim: Blindpoint-Serkan! Buralardaysan elini kaldır lütfen!) “Bununla birlikte her yıldızın veya takımyıldızın meleki bir alt boyutu vardır. Ancak galaksi içindeki bu yıldızların meleki boyutlarıyla şuursal veya başka türlü bir ilişkiye girmek her insanın harcı değil, çok yüksek dereceli velilere nasip olacak bir iştir. Sirius da Dünya’yı yöneten Yengeç burcunda bir takım yıldız olduğu için, yüksek dereceli veliler (ki sayıları en fazla bir kaç tane) bu yıldızın meleki boyutuyla ilişkiye girebilir. Bu dereceye ulaşmamış kişiler galaksi içindeki yıldızların meleki yapılarıyla bağlantı kurduğunu iddia edemez. Hele hele İslâm’a ve Hz. Muhammed’e iman etmeyip, saçma sapan uydurulmuş inançların peşinde koşan kişilerin bu yıldızların meleki boyutlarıyla ilişkiye girecek dereceye ulaşması hiç mümkün değildir. Ancak hayal veya hezeyandır. Bu sebeple kesinlikle bunu söyleyenlerden uzak durmak gerekir. O kişiler büyük bir ihtimalle negatif ruhani varlıklar olan cinlerle bağlantı kurup, bir melekle görüştüklerini sanan, kandırılmış kişilerdir. Cinler de Sirius’un yaydığı titreşimlerin zenginlik, ün, ölümsüzlük, bolluk, bereket, şans ve iyi talih olduğunu ve dünya üzerinde etkili bir burçta yerleşmiş olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu bilgiyi insanların manevi duygularını sömürmek amaçlı kullanıp, bir takım saf insanları kendilerine esir ediyorlar. Örneğin, “Kurtarıcı Tanrı(!)nız Sirius’ta yaşıyor, çünkü O kutsal bir yıldızdır (Meselâ Scheat’ta yaşıyor deseler, o tanrı insanların indinde kurtarıcı ve sevimli bir tanrı olmazdı, ne zekiler!!) ve bir gün (kıyamet zamanında) sizleri kurtarmak için Dünya’ya gelecek… Bizler de o Tanrı(!) ile sizin aranızda yüksek (ilâhi) bir kanalız, ondan (dolayısıyla Sirius’tan) haberler getiriyoruz. Biz falanca meleğiz, filanca mesajcıyız” vs. gibi… Oysa Kur’ân’ın tanımına göre bu gibi tanrılar olamaz, Ahad ve Samed gibi zati sıfatların sahibi Allah’a rağmen. Bu sebeple, eğer herhangi bir öğreti sizi Sirius’a tapma veya Sirius’tan gelecek olan kurtarıcı Tanrı’ya veya Rabbe ya da Mesih(!)e tapma, böyle bir kurtarıcı bekleme gibi bir noktaya getirdiyse, arkanıza bakmadan oradan uzaklaşmanızı tavsiye ederim. Yoksa üzülerek sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsınız.” Ahmed Hulusi’nin de kitaplarını konuyla ilgili taradığımda (Hulusi’nin maneviyatını tartışmayı başka sefere hatta daha iyi “bilen”lere bırakarak) , dikkatimi çekenler şu satırlar oldu: “İnsan, bu sistem içindeki en mükemmel varlıktır. Yoksa sadece bizim Samanyolu dediğimiz galaksimizde 400 milyar yıldız var! Bunların her birinde de kendine has hayat sistemleri var. Onlara sadece “melekler” deyip geçmiş, detayına girmemişiz.” Ya da: “Melek sınıfından gelen ilhamlar asla Hz Muhammed’in tebliğ etmiş olduğu itikad sisteminden farklı olamaz ve öğreti kesinlikle Kur’an-ı Kerim’e ters düşemez! Zaman değişti bahanesiyle Kur’an hükümlerini yürürlükten kaldırmayı öneremez! Bu hususlara çok dikkat etmek gerekir…” Ben de tam bu noktada bu soruları kalbinize yöneltmenizi rica ediyorum: Kim bu kanal melekleri? Gerçekten yardım amacıyla iletişime geçmiş İlahi varlıklar mı? Kültür endüstrisinin yeni pasifize etme silahı mı? Kötü niyetli dünya dışı varlıkların gizli beyin yıkama politikası mı? Tekamülümüzü takip eden iyi niyetli varlıkların haberleşme aracı mı? Ya da şeytanın (nefsin) binyıllardır oynadığı oyunlardan biri mi? Felsefe soru sormakla başlar derdi, felsefe sevdalısı bir arkadaşım… Sanırım herşey bir soruyla başlar… Son (ve ilk) olarak: Enam Suresi, 8: Onlar “Neden ona (alenen) bir melek gönderilmiş değil?” derler. Ama bir melek göndermiş olsaydık, muhakkak ki herşeyin hükmü verilip bitmiş olurdu… 9: ve biz meleği elçimiz olarak tayin etmiş olsaydık bile, onun kesinlikle bir adam olarak (görünmesini) sağlardık… Âl-i İmran Suresi 80: O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez. (Zaten) kendinizi Allah’a tam teslim ettikten sonra hiç O sizi hakikati inkara davet eder mi?

Kaynakça:

 “Meleklerden Cevaplar” Diana Cooper, Maya yay.

 “Mârifetnâme” Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz, Kitsan

 “Kendini Tanı” Ahmed Hulusi, Kitsan

“Rûhu’l Kuds” Muhyiddin İbn-ül Arabi, Kitsan

 “İlahi Armağan” Abdulkadir Geylanî, Bedir yay.

 “Kur’an Mesajı” Muhammed Esed, İşaret yay.

(derKi spritüel, aktüel dergide Eylül, 2010’da yayımlanmıştır.)

 

 

 

 

 

 

 

“Pink Floyd-Musorski Buluşması” başlıklı bahar konserinde yaş ortalaması değil müzik zevki ortalaması belirleyici idi. Deep Purple, Led Zeppelin, Queen ve Pink Floyd’un o hafta sonu Musorski, Ravel, Mahler ve Beethoven ile AKM önünde randevuları vardı. Üstelik frak altına jean çekmiş, klasikle çağdaşı birleştirme marifetine sahip bir şefin önünde!

Pelin Özdoğru Davran

Sabah 10 suları… Bir Taksim Cumartesi’si için erken sayılabilecek bir saat… Pek yakında, anıtsal değeri olan mimarisinin kanına girilmek üzere olan AKM binasının önündeyim. Konserin başlamasına daha bir saat var. Ama istençli bir erkencilik benimkisi. Niyetim birazdan Büyük Salon’da başlayacak olan konserin dinleyici kitlesini keşfetmek. Çünkü İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasının tatile çıkmadan önce vereceği bu son konser (nam-ı diğer ‘Bahar Konseri’) oldukça farklı bir formatta. Büyük Salon’un duvarları farklı bir deneyimle çınlayacak bu hafta sonu. Ve hafta sonu konserlerine bir ritüelmişçesine sadık dinleyici kitlesinin kulakları da öyle. İşte bu mevzu bahis kitleye -ki yaş ortalaması 65 diyelim-, bu hafta başka jenerasyonlar, başka dinleyici kimlikleri de dahil. Tam beklediğim gibi, AKM’nin önünde “her zaman erken gelmek geç kalmaktan iyidir” düsturuna sahip “olgun izleyici” kitlesi önceden yerlerini almış. İki dirhem bir çekirdek hanımlar, kravatı eksik olmayan beyler ağır ağır kapıdan giriyorlar. Bir hoş sohbet esintisi değiyor üzerime onlar yanımdan geçerken. Öndeki avluda turlamaya devam ediyorum. Birazdan erken buluşucular beliriyor İstanbul’un en gözde buluşma mekanlarından biri olan binanın önünde. Hangilerinin konsere girip girmeyeceğini merak ediyorum. Ufak çaplı bir hafiyelik havasındayım. Kendimle bahislere giriyorum: “Şu Converse’li kız, arkadaşını bekliyor konsere girmek için, şu parlak sallantılı küpeleri takmış kızın ise konserle ilgisi olamaz, “çıktığı çocuğu” falan bekliyordur, şu baba-kız ise tam konserlik, belli ki baba gençlik yıllarını yad edecek, kızı ise yeni tanıştığı bir müziğin peşinden gelmiş buralara, ama her ikisi de bugün farklı bir yorumun merakı ve ilgisi ile buradalar”. Kendimle girdiğim bahislerde pek yanılmıyorum, hepsini ben kazanıyorum. Birazdan giderek yaş ortalaması düşmeye başlıyor. Matematiğim iyi olsa, kesin rakamlara ulaşıp bir de istatistiksel gözleme soyunacağım. Artık ben de kapıya yöneliyorum. Biraz da içerinin havasını koklama niyetindeyim. Kapıdan geçiyorum, hemen önümde ardında leylak kokusu bırakan şık bir “teyze”, arkamda bıdır bıdır muhabbete dalmış muhtemelen üniversiteli bir çift var. Pek memnunum bu kompozit ortamdan. İşini memurlara özgü bir monotonlukla yapan biletçi amcayı geçtikten sonra merdivenlerden yukarıya çıkıyorum. Henüz konserin başlamasına 15 dakika var, salondan “soundcheck” sesleri taşıyor fuayeye, yaylılarınki en keyiflisi. Lavabolara yöneliyorum, bir kültür-sanat ortamının en sağlam kulisi olan yere. İki ihtiyar-genç kız sohbetteler. İkisi de pek enerjik, belli ki pek memnunlar burada olmaktan. “Bir şey söyleyeyim mi?” diyor beriki, “Bu sefer gelirken gerçekten zorlandım”. Boynuna pek hoş bir fular sarmış bulunan diğeri yanıtlıyor: “Sorma, giderek daha zahmetli oluyor”. Belli ki erkenden kalkılmış, giysiler ütülenmiş, saçlar taranmış gelinmiş buralara. İçim bir fena oluyor bu kulak misafirliğinden duyduklarımdan. Yaş ilerledikçe yolların uzadığını, basamakların arasının yükseldiğini biliyorum çünkü. Birinci gong çaldığında “olgun” kalabalık içeriye yöneliyor, bir kısmı zaten yerlerini almış bile. Ben kahvemi yudumluyorum. İkinci gong çalarken içeriye yöneliyorum, soundcheck yapan orkestrayı izlemek, havaya girmek isteği ile. Bu sırada merdivenleri telaşla üçer beşer çıkan bir grup genç beliriyor. Hiç şaşırmıyorum, eminim üçüncü gong’u zorlayanları da olacak. Biletlerin istisnai biçimde hızla tükendiği bu hafta sonunda dördüncü sıradan yer bulabildiğime memnun, koltuğuma yerleşiyorum. Hemen yanıma bir baba-kız oturuyor. Kız yirmilere ulaşmamış, baba orta yaşlarında. Kız ilk gençliğe özgü bir coşku ile babasına bir şeyler anlatıyor. Yanlarındaki dört koltuk boş. Kaysalar ben de hemen davranıp ortaya doğru ilerleyeceğim. Kız, babasına yan koltuklara geçmeyi teklif ediyor, baba ise “Oturuyoruz işte, kızım” diye yanıtlıyor bu uygulaması mantıklı öneriyi. Kız bir anlam veremese de yerinden kıpırdamıyor, babasındaki sisteme kapılıp gitmişlik yıllarının verdiği isteksizliğe dönük yorgunluktan başka bir şey değil oysa. Bu yorgunluğun bana bulaşamamış olmasına içten içe sevinerek baba-kızı aşıp ortadaki koltuğa geçiyorum.

 Frak altına jean çekmiş bir şef   

 Birkaç telaşlı genç bedenin daha salona girmesinin ardından kapılar kapatılıyor. Orkestra akordunu bitiriyor ve sessizliği bozan bizim alkışlarımız oluyor. Birazdan sahneye enerjik adımlarla şef çıkıyor. Daha önce gördüğüm şeflere pek benzemiyor bu adam. Kravatsız beyaz gömleğinin üzerinde siyah frakı var evet, altında ise bir jean pantolon. Çene hizasındaki sarı düz saçlarını savurarak selam veriyor. Bu programa başka türlü bir şef düşünemiyorum zaten. Programın yaratıcısı ve 2001 yılından beri dünya turnesini sürdüren ekibin başı bu şef. Elimdeki bilgi kitapçığından şefin Alman asıllı ve yaşamını Prag ile Viyana arasında sürdüren Friedmann Riehle olduğunu öğreniyorum. 1959 doğumlu. Henüz genç bir öğrenciyken kendi özel orkestrasını kurmuş ve o yıllarda opera idare etmiş. Bernstein, Giulini, Karajan ve Kleiber gibi usta isimlerden dersler almış, provalarına katılmış. 1992 yılından beri Çek Cumhuriyetinin ne önemli orkestrası varsa yönetmiş ve Prag’da her yılın 1 Ocak gününde gerçekleşen ve son derece prestijli olan yeni yıl konserlerini ‘95’ten bu yana Riehle yönetiyormuş. Karşımda selam veren bu karizmatik adamın müzikal evrendeki amacı, geleneksel klasik müzik repertuarı ile 20. yüzyılın ikinci yarısında bestelenen müzikleri harmanlayarak genç dimağları konser salonuna çekmekmiş. Böylesine ulvi bir misyon yüklenmiş bu müzik insanına hayranlıkla gözümü dikmişken Riehle orkestraya dönüp batonunu kaldırıyor ve senfonik orkestradan yükselen Deep Purple ezgileri salonu dolduruyor. Önümde oturan bordo ressam bereli yaşlıca amca ne düşünüyor bilmiyorum ama ben hem klasik hem rock müzik sevdalısı bir kul olarak, mest olmuş vaziyetteyim. Orkestranın önünde bir de kadın vokal var. Bu genç hatun kişinin de programı sürdüren turnedeki beş kişiden biri olduğunu öğreniyorum. Onun dışında ekipte iki bayan vokal ve bir bateri var. Atina’lı bir vokal hariç tümü Çek Cumhuriyetinden. Deep Purple’ın ’72 tarihli Japonya turnesinin coşkusuna teşekkür niteliğinde yazdığı “Woman From Tokyo” bitince salondan alkış kopuyor. Etrafıma bakınıyorum. Olgun baylar ve bayanların bir kısmı biraz şaşkın görünüyor gözüme. Vokaldeki genç kızın cüretkar sayılabilecek giysisi ve rock vokallerini andıran tavırları mı şaşırtıyor onları daha fazla yoksa bu salonda duymaya alışkın olmadıkları sound mu bilemiyorum. Salonun bir kısmındansa ıslıklar yükseliyor, bunun hangi kitleden geldiğini görmek için dönüp bakmaya gerek duymuyorum elbette. Salon sakinleşince sahnedeki genç kızın yanına iki genç bayan vokal daha geliyor. Şef Riehle batonunu kaldırdığında salonda düşen su damlalarının sesi yankılanıyor. Kitapçığa bakmaya gerek duymuyorum elbette, bu girişi tanımamaya imkan ihtimal var mı? Pink Floyd’un Tanrısal senfonik şiiri “Echoes”un ilk mısraları bunlar. Orkestrasyon işin içine girip notalar arka arkaya dökülmeye ve salonu bir gökkuşağı doldurmaya başlayınca koltuğumdan birkaç santim yükseldiğimi sanıyorum. Sahneden önümüzde uzayan kumsala yumuşak dalgalar vuruyor. Üzerimde bir albatros asılı duruyor… Dünyasal zaman kavramından uzakta geçen birkaç dakika sonra parça son buluyor. Önümüze serili deniz imgesi yavaş yavaş kaybolunca bir alkış tufanı kopuyor. Şefin ve vokallerin içten selamları ve yüzlerindeki gülümseme koltukları dolduran kitleden memnun olduklarını hissettiriyor bana, ya da onlara karşı önüne geçilmez bir empati hissiyle dolu olduğumdan böyle düşünüyorum. Şef yeniden bize arkasını dönüp orkestrası ile göz göze gelince bu kez egzotik bir ezgi yalıyor yüzümüzü. Led Zeppelin’in “Kashmir”inden başka bir şey değil bu. Yaylıların pek yakıştığı bu aranjmanda vokal de giriyor ve “Kashmir”in coşkulu melodileri akıyor önümüzde. Yine büyük bir alkış aldıktan sonraki sessizliğin ardından belki de dünyanın en iyi bilinen rock ana teması sesleniyor bize sahneden: “Smoke On The Water”. Yan tarafımda oturan orta yaşlarını geride bırakmış tayyörlü teyze hanımın başını sallayarak eşlik etmesi pek hoşuma gidiyor. Parça bitip salon ıslıklarla inledikten sonra Musorski’nin “Resim Sergisinden Tablolar”ından Ravel’in orkestraya uyarladığı iki bölüm geliyor. Büyük Salon’un olgun müdavimleri bu aşina tınılarla biraz kaykılıyorlar koltuklarında sanki.

 Beethoven Deep Purple’a, Mahler Pink Floyd’a benzer!

Ara verildiğinde koltuğumdan kalkarken az önceki bezginliğe yenilmiş babanın şimdi “teenager” kızı kadar coşkun olduğunu farkediyorum. Hareketleri daha canlı, gözleri daha bir parlak sanki. Gündeliğin anlamsız ve yıpratıcı telaşlarının küstürdüğü ruhu, besin değeri yüksek bir gıda almış çünkü! Kahvelerimizi yudumlayıp yeniden içeri girdiğimizde bu kez yanımdaki boş koltuğa geçiyor. Hem de öyle bir geçiş geçiyor ki kızını iki koltuk geride bıraktığını umursamıyor bile. Araya da iki başka dinleyici gelip oturuyor ama bu da babanın umurunda değil. Sahneyi ortalamış, şefe (müziğin kalbine) daha bir yaklaşmış ya, keyfi yerinde. Kızı şaşkınca eğilmiş babasına bakarken salonu lirik bir ezgi kaplıyor. Beethoven dehasından başka bir şey değil bu. Şef Riehle’nin bu program için seçtiği “Özgürlük Ruhu” (Spirit of Freedom) yumuşak ezgisiyle sarıyor bizi. Arkasından Deep Purple giriyor, tüm coşkusuyla “Highway Star” ile. Kitapçıkta gözüme bir şey takılıyor bir ara; şef Riehle (Herr Riehle mi desek) Beethoven ve Deep Purple’ın bazı parçalarının süregelen enerjileri ile önemli benzerlikler gösterdiğini savunuyor. “Beethoven ezilen bireylerin zihinsel ve fiziksel özgürleşmesinden ve eninde sonunda ulaşılacak olan toplumsal zaferden söz ederken; Deep Purple da “Highway Star” adlı şarkısında, son model hızlı bir araba kullanan bireyin bu bağlamdaki kişisel özgürleşmesini konu edinir ” diyor. Şefin dehası ve yönelimine olan hayranlığım bu satırları okuyunca daha da artıyor ve konser bitiminde kulise gidip onunla konuşmaya karar veriyorum. Bu arada Queen’in, “İskoçyalı” olarak bildiğimiz efsanevi “Highlander” filmi için bestelediği “Who Wants To Live Forever” parçası başlıyor. Vokalin yumuşacık yorumu ve şef Riehle’nin “kusursuz” olarak nitelediği parça kulaklarımızda günlerce sürecek bir yankı bırakıyor. Ardından Mahler’in 4. Senfonisinden “Evrenin Ötesi” (Out Of Universe) geliyor. Riehle, Mahler’in de Pink Floyd’un müziği ile paralellik gösterdiğini düşünüyor. İkisinin de müziğinde genellikle bir tedirginliğin hakim olduğunu ama belirli anlarda ortaya çıkan bir esenlik duygusu bulunduğunu söylüyor. Deep Purple’ın “Fireball”unun yüksek temposu ve Queen’in “Friends Will Be Friends”inin salonu coşkulu ve pozitif bir atmosfere sokmasının ardından kapanış parçası olan Pink Floyd’un kültleşmiş Roger Waters dehası “Dark Side Of The Moon” albümünden “Eclipse” gizemli notalarını döküyor kulaklarımıza. Huşu içinde dinliyoruz bir senfoni orkestrasına pek yakışan bu insan üstü eseri. İlk kez olarak, parça tam olarak bitip şef başını öne eğmeden güruhtan alkış kopuyor. Artık bir senfoni orkestrası salonunda değil sadece konserdeyiz. Alkışlar ve ıslıklara çığlıklar da eşlik ediyor. Etraftakilerden bir kısmını yaklaşık bir ay sonra Roger Waters konserinde de göreceğimi düşünüyorum. Bu arada şef ve solistler selam verip sahneden inerken alkışları kesmeye hiç niyetimiz yok. Nihayetinde ısrarlı çağrımıza dayanamayan şef ve solistler sahneye geri dönüyor. Sessizlik sağlandığında artık elimizdeki kitapçıktan bağımsız, gelecek sürpriz parçanın heyecanıyla bekleşiyoruz. Yaylılar o bildik temayı çalmaya başladığında ise salondaki koltuklar cennete uzanan merdivenlere dönüşüyor. Led Zeppelin’den “Stairway to Heaven” ile hepimiz basamak basamak yukarı doğru çıkıyoruz. Parça bitince kopan alkış tufanının selam verip ayrılan şefi yeniden sahneye çıkaracağını umuyoruz. Bu arada “olgun” izleyicilerden neredeyse hiç oyunbozanlık yapan yok. Onlar da bizim kadar coşkun olmasa da, güzel ellerini çırparak şefi geri çağırıyorlar. Çantasını alıp giden pek az. Derken beklenen adam yeniden kapıda beliriyor ve üç güzel sesli meleğini de getiriyor bu kez yanında. Alkıştan yıkılan salona dönüp bize sıcacık bir gülümseme fırlatıyor, bir kısmını yakaladığımı düşünüyorum. Tekrar orkestraya dönüyor, batonunun altından ne çıkacağını beklerken kalbimin sessiz salonda duyulacağını sanıyorum. Ve o kutlu notalar salonun duvarlarını psychedelic renklere boyamaya başlıyor. Dayanamayıp, yanımda oturan ve kızından ayrı düştüğü için program kitapçığımı paylaşan “baba”ya dönüp “Aman Tanrım, Shine On You Crazy Diamond” diye fısıldıyorum. Böyle bir konser ancak böylesi anıtsal bir parçayla noktalanabilirdi diyorum, başka bis olmayacağını anlıyorum. Salonda deli bir sessizlik oluyor, ardından kopan alkış dakikalarca sürüyor. Teyzeler ve amcalar bu alkış kıyamet esrimesine fazla takılmayıp toparlanıp çıkıyorlar, “en son alkışı ben tutucam”cılardan biri oluyorum. Şef ve solistler uzun ve sıcak selamlamalardan sonra sahneden ayrılıyor. Orkestra toparlanıyor, içeri giriyorlar. Salon hızla boşalırken ben sahneye doğru yürüyorum. Birkaç zaman önce de geçtiğim dar kulis kapısını bulup içeriye dalıyorum.

“Önemli olan şefi görmek değil, hissetmektir”

 Şefin odası… Ufak ve dar bir dikdörtgen… Etrafta gömlekler, kağıtlar ve sağa sola dağılmış çamaşırlar… “Fotoğraf makinenizin yanınızda olmadığına sevindim” diyor bana gülümseyerek. Bense üzgünüm yanıma almadığım için, ama planlanmış bir röportaj değil ki bu. “Ben sadece bir dinleyici olarak gelmiştim aslında…” diyorum. “Ama konseri dinleyip sizi gözlemledikten sonra dayanamadım, işte buradayım…” Az önce sahnedeki müthiş performansından ıslak düşmüş saçlarıyla, elinde litrelik bir pet su şişesi, karşımda samimi bir edayla oturan jean’li şef ile laflamaya başlıyoruz. Seyirci koltuğundan kalkıp söyleşiye gelmiş bu hazırlıksız haberciye, bir yüzünde playlist’in yazılı olduğu bir kağıt ve minicik kalmış bir kurşun kalem uzatıyor. Kağıdın altına destek için yerleştirdiği nota sehpasının üzerinde spontan sorularıma verdiği cevapları not almaya başlıyorum:

 – Çok etkilendiğimi söylemeliyim. Böyle bir program oluşturmaya çıkış noktanızı merak ederim…

– Beğendiğinize sevindim. Doğrusu bu fikri yıllar önce çok yakın bir arkadaşım verdi. Genç dinleyicilerin yeterince konser salonlarına uğramadığını düşünüyordum, yapılan senfonik rock aranjmanları ise tatsız tuzsuzdu. Sebebi ise enstrümantal olmaları, vokale yer vermemeleriydi. Biz de bu yüzden solistlerle sahneye çıkıyoruz.

– Buna katılıyorum. Ben de Londra Senfoni Orkestrasının Rolling Stones yorumları CD’sini ancak bir iki kez dinleyebildim.

 – Elbette içinizden gelmez. Çünkü bunlar vokalleri ve sözleriyle de varolan şarkılar. Vokaller anlamsal olduğu kadar biçimsel olarak da şarkılara güç veriyor. Mesela Pink Floyd’un “Eclipse”i sözleri olmadan yeterince güçlü olamaz. Ya da “Whole Lotta Love”da vokaller enstrüman gibi işlev görür.

 – Evet ama üç kadın solistiniz var. Erkek solist neden düşünmüyorsunuz tüm yorumladıklarınız erkek vokal şarkıları olmasına rağmen?

 – İşte tam da bu sebepten. Bir erkek solist çıkıp Freddie Mercury gibi “Who Wants To Live Forever” söyleyemediğinde yandık demektir!

– Anlıyorum. Kendiniz de bir rock müzik dinleyicisi olmalısınız.

– Evet ilk gençliğimden beri hiç değişmedi. Pink Floyd, Deep Purple, Led Zeppelin sürekli dinlediğim ve emprovizasyonlarını sevdiğim, senfonik uyarlamalarının mümkün olduğunu düşündüğüm gruplar. Ayrıca elbette klasik müzik formasyonum var ve rock müziğin orkestrasyona çok yakıştığını düşünüyorum. Beethoven ile Deep Purple’ın bazı parçalarının enerjileri ile benzeştiğini hissediyorum. Benzer biçimde Mahler ile Pink Floyd atmosferlerinin de, genellikle tedirgin ama birden ortaya çıkan esenlik duygusu ile yakın olduklarını düşünüyorum.

 – Frak altına jean giymeniz de takdire şayan. Bu bir kurumsal sorun yaratmıyor mu?

 – Aslına bakarsanız klasik bir konserde bunu yapamazsınız tabii. Ama ben bu programı sunduğum her salonda böyle giyiniyorum. Bu klasik ve rock’un harmanı çünkü. Özel bir durum var ortada.

 – İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasını nasıl buldunuz? Diğer çalıştığınız orkestralar ile kıyaslarsanız?

 – Orkestrayı iyi buldum, ama sanırım birkaç kişi erken tatile kaçmıştı onların yerini dolduranların eksiklikleri hissediliyordu, en azından ben hissettim. Kıyaslarsam, özellikle Alman ve Viyana orkestralarının çok katı bir tutuculuğu olduğunu söylemeliyim. Burunlar havada, “Biz Queen çalmayız!” derler.

 – Bir Alman olarak Türklere aşina olmalısınız?

 – Evet öyle. Hatta yakın bir Türk dostum da var. Oldukça seviyorum Türkleri. Sıcak, açık insanlar. Zaten toplumsal olarak benzediğimizi düşünüyorum. Türkler de Almanlar gibi tarım toplumundan, köy düzeninden geliyor. Domates yetiştirmekten yani. Aslına bakarsak çoğu ülke için böyle diyebiliriz değil mi?

 – Sanırım ABD hariç!

– (Gülüyor) bak bu doğru.

– Hep bir orkestra şefine bunu sormak istemişimdir, Danny Kaye maestroyu hicvettiği bir gösterisinde, orkestrayı yanlış şekilde yönetmiş ve parça doğru çalınınca seyirciye dönüp “İşte gördünüz aslında şefin bir işe yaradığı yok” demişti. Sizce şefin işlevi nedir?

 – (Gülüyor) Aslına bakarsanız orkestra elbette şefsiz de çalabilir. Ama şef orkestraya güç ve tansiyon verir. Şefin orada olduğunu bilmek müzisyene güven verir ve kendisi gösterildiğinde daha güçlü ve tutkulu çalar. Bunun için sürekli olarak şefe bakması gerekmez, zaten provalarda şefin işaretlemelerini öğrenmiştir. Zaten burada önemli olan şefi görmek değil hissetmektir.

– Önünüzde ne gibi projeler var?

 – Seneye Deep Purple’dan Ian Gillan ile bir ortak projemiz olabilir.

– Haziran’da Roger Waters İstanbul’da olacak ona ne dersiniz?

 – Evet, o turneyi burada mı bilmem ama mutlaka bir yerlerde yakalamak istiyorum ve Waters ile tanışmayı düşünüyorum.

 – Sizi tekrar buralarda görebilecek miyiz?

 – Haftaya turnenin Türkiye ayağının son konserini Bursa’da vereceğiz. Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası ile çalacağız. Bu programın ülkenizde yeterince duyurulamadığını düşünüyorum. Özellikle genç kitleye duyurulursa seneye yeniden burada olmayı gerçekten isterim…

Müzisyenlerin kullandığı arka kapıdan binadan çıkıyorum… Gökte bahar güneşi parlıyor. Zihnime “Echoes”un ilk damlaları düşmeye başlıyor… Bursa biletimi almak üzere otobüs firmalarına doğru köşeyi dönüyorum…

(Mayıs-2006)

ntvmsnbc.com’da yayınlanan yazı

 

Ud yaparken yolculuğunu “hayale dalmak”la başlatan Faruk Türünz “lûtiye” tabir olunan bir enstrüman yapımcısı. Onu diğer lütiyelerden farklı kılan özelliği ise ud yapımı konusunda geliştirdiği özgün yöntem ve kendi aletlerini tasarlayıp üreten atölyesi.

Pelin Özdoğru Davran

Faruk Türünz, musikişinas bir ailenin içinde büyüdüğünden olacak ki daha 10 yaşından beri ud çalar… Bir gün kendi udunu yapmak fikri ise hep yüreğindedir. Araya siyasal bilgiler, mimarlık okulları, köy öğretmenlikleri, hediyelik eşya dükkanları girer. İlk elinden çıkan saz, Erzurum’un bir köyünde iken yaptığı bir oyma bağlama olur. Hediyelik ahşap eşya üretimi sırasında elinde epeyce marangoz malzemesi birikince kadim niyetini hatırlayıp lütiye usta Cafer Açın’ın yolunu tutar, tek eksiği olan “bilgi”yi tamamlamak için. Yakın arkadaşı Ümit Bolu vasıtasıyla lütiye atölyesiyle tanışıklığı vardır. Yollar onu hep ud yapımcılığına taşır. Ve muradına -peygamber misali- 40 yaşında erer…

Bugün, dünya çapında yetkin müzisyenlerden Umman kralına kadar udları tercih edilen Türünz tam bir “usta”. Yalnız işindeki mahareti ile değil, kalender kişiliği, kapısını çalan herkese ikram edecek çayı, paylaşacak sözü ve bilgisi olmasıyla da.

Lütiye Faruk usta, ud yapımının yalnızca ahşap işçiliği olmadığını düşünerek fizik boyutu ile de ilgilenip doğru sesi yakalamak için yıllarca çalışıp bir yöntem geliştirmiş. Bu yöntemin doğruluğunun teyidini ise bir gün eline geçiveren 100 küsur yaşında efsanevi bir ud etmiş. Geliştirdiği bu özgün formülü uluslararası sempozyumlarda açıklamış. Bu pek önemli modifiye yönteminin patentini almayı düşünmeyip merakı olan herkese kapısını seve seve açık tutan bu hoş sohbetli usta kişi ile, huzurlu atmosfere sahip atölyesinde gül ağacı kokuları arasında sohbete daldık…

Bir ud yapım atölyeniz var. Biraz atölyeden bahseder misiniz?

Belki bu tanım iddialı olacak ama olduğu gibi söyleyeyim, atölyemiz lütiye atölyesi klasik tanımının oldukça ilerisinde bir donanıma sahip. Ve bu anlamda özellikle ud yapımı teknolojisini içeren bir atölye olması açısından dünyada örneği olmayan bir atölye.

Nedir sizin atölyenizi örneksiz kılan temel fark?

Temel iki farkı var diğer atölyelerden. Birincisi ud yapımının gereği olan özel aparatlarımızı kendimiz tasarımladık ve ürettik. Bunlar udun tüm parçalarının standardize edilebilmesini ve belli bir düzen içersinde üretilmesini gerçekleştirmek üzere düşünülmüş aparatlar. Ud yapımı aletleri, diğer müzik aletlerimizin yapımının içinde bulunduğu koşullardan farklı olarak geçmiş yüzyıllardan süzülüp gelen bilgi donanımları ile sınırlı birkaç el aletinden ibarettir genelde.

Udlarınızı yapacak aletleri kendiniz üretmeye nasıl karar verdiniz?

1984 yılında ilk udumu yaptıktan sonra 97 yılına kadar bu bahsettiğim basit aletlerle çalıştım. Sonra birdenbire bir talep patlamasıyla karşılaştım. O zamanlar yalnız çalışıyordum ve yalnız başıma bu talepleri karşılayamayacağımı anlayınca daha önceden ahşap hediyelik eşya tasarımında birlikte çalıştığım yakın arkadaşım Suat Çetincan ile çalışmayı istedim. Onun alet tasarım becerisine çok güveniyordum. Uzun ikna çabalarımdan sonra birlikte çalışmaya başladık. Suat o günden bu yana aşağı yukarı 140 özel alet tasarladı ve yaptı. Biz artık bu aletlerimizle hem çok standart hem hiç hatasız biçimde hem de eskiye oranlı çok hızlı bir şekilde üretiyoruz udlarımızı.

Bu şekilde kendi aletlerini tasarlayarak çalışan sizinkinden başka hiç atölye yok mu yani?

Hayır yok. Temel farklarımızın bir diğeri de udun sesi ile ilgili çalışmalar. Atölyemiz bu bakımdan yine farklı bir özellik taşıyor. Ben ilk udumu yapmaya başladığım günlerden itibaren ses üzerinde araştırmalara da başladım. Sonuçta bu işin bir ince ahşap işçiliğinden ibaret olmadığı gerçeğinden hareketle, fiziksel yapısının bağlı olduğu matematik temelleri araştırdım. Bir yöntem geliştirdim. Bu yöntemin temeli udun belli noktalarının belirli bir frekans aralığına akordlanarak sabitlenmesi esasına dayanıyor. Bu yöntemi formüle ettim, ve birkaç kez yurtdışındaki sempozyumlarda açıkladım.

2002 yılında Selanik’teki uluslararası ud toplantısında enstrüman yapım dünyasına tanıttığınız da bu yöntem miydi?

Evet, bu yöntem. Ondan önce ilk olarak ise 2000 Mayısında Girit’te bir toplantıda açıklamıştım.

Yöntemden söz eder misiniz?

Udun bir ses tablası var, bu ses tablasında direnç çıtası vazifesi gören çıtalar (balkonlar) var. Bu çıtalarla sağlanan direncin ne ölçüde olacağını belirleyerek bunu frekans yelpazesi içerisinde tasarlamak gerekir. Varolan en pes sesten en tiz sese kadar ses yelpazesindeki bütün seslerin aynı güçte ve karakterde bulunmasını sağlamak üzere bu tablanın düzenlenmesi gerekir. Bu da bu çıtalar yardımıyla yapılıyor. Çıtaların boyları, yükseklikleri ve ağacın bir özel parametresi olan esneklik modülü ile belirlenen bir rijitliği vardır. Bu rijitlik aynı zamanda o çıtanın spesifik frekansına denk gelir. Onun bir görünümü de saniyedeki belirli bir titreşim sayısına sahip olmasıdır. Ona biz spesifik ya da özgül frekans diyoruz. İşte bu noktadan hareketle bunların formüllerini kurarak udda bir ses dengesi sağlıyorum.

Peki bu formülü uluslararası toplantılarda açıkladıktan sonra nasıl tepkiler aldınız?

Diğer yapımcılar özellikle de bu işe daha başka enstrüman yapımından sonra el atan kişiler ilgilendiler. Çünkü onlar ya lavta ya gitar yapıyorlardı ve bu müzik aletlerinin yapım teknolojisiyle ilgili batı ülkelerinde geliştirilmiş yöntemler var. Beş aşağı beş yukarı bu yöntemlere aşinaydılar. Dolayısıyla benim ne demek istediğimi anlıyorlardı. Onlardan çokça bilgi talebi geldi. Çoğu e-mail yolu ile olmak üzere.

Internet ile aranız iyi bu durumda?

Evet, Internet çağımızın en kullanışlı alanlarından biri. Hızlı şekilde bilgiye ulaşmak anlamında. Ben de gerektiğince faydalanıyorum. 2000 yılından beri bir Internet sitem var. Sitede bizimle ilgili bilgilere ve atölyemizin ürünü olan örnek ud sesine kadar ulaşılabiliyor. Oradan özellikle yurtdışından çok sayıda ilgili kişi bana erişebiliyor. (www.oudmaster.com)

Kimler var sizin udlarınızı tercih eden isimler arasında?

Yurdal Tokcan gibi profesyonel sanatçılardan, konservatuar öğrencilerine kadar geniş bir yelpaze. Daha çok profesyoneller tabii.

Peki usta bir udi ile amatör bir yeni başlayan gelip sizden enstrüman istese her ikisine farklı udlar mı yaparsınız? 

İşin doğrusu fark gözetmeden bütün bilgiyi aktararak yapmaktır. 97’ye kadar da böyle yapıyordum. Yalnız başıma çalıştığım bu dönemde müşteriden 3-4 ay isteyip hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün bildiklerimi uyguluyordum. Bu şekilde udun fiyatı kendiliğinden uluslararası piyasada dolar cinsinden ifade edilmeye başlandı. O tarihlerde 1600 Dolar gibi. Suat ve yardımcı arkadaşlarla birlikte alet geliştirmeye başladıktan sonraysa üretimimiz hızlandı. Şimdi ayda 10 ud kadar üretebiliyoruz. Bu fiyatlardan bütün üretimimizi satmamız mümkün değildi. Ayrıca daha ucuz ud talepleri geliyordu. O zaman udları üç kategoride üretmeye başladık.

Kategorilerin farklarını belirleyen nedir?

Bu kategoriler arasındaki ilk fark malzeme ve işçilik farkları. Diğeri ve daha önemlisi de ses tablasında uyguladığımız yöntem. Üst iki kategoride bütün ses tablalarının balkonlarını tek tek akordluyorum. Önce tasarım modeli düşünüyorum, o modele uygun frekansları hesaplıyorum sonrada o frekanslara sahip olacak şekilde akord ederek çıtaları yapıyorum. Daha ucuz olan alt kategorimizde balkonları akord etmeyerek akord edilmiş bir modelden ölçüleri kopya ediyorum. Böyle yapılınca ses diğer üst kategorilerden biraz farklı oluyor ama bizi bunu yapmaya zorlayan da piyasa şartları! Biz de rekabet halinde olmak zorunda kalıyoruz. Fabrikasyon üretimlerse çok daha ucuz oluyor tabii.

Stradivarius gibi ustaların el yapımı müzik aletlerindeki tını fabrikasyon olarak üretilenlerde yakalanabilir mi sizce?

Aslında doğru bir model ortaya konursa o modeli çok daha hassas biçimde işlemeye olanak sağlar makine. Makineyle üretim, zamanı kısaltır dolayısıyla bir seri üretim ortaya çıkar o da ekonomik koşullar içinde fiyatların düşmesine yol açar. Ve el yapımcıları ile dengesiz bir rekabet ortamı oluşur. El emeği ile ayda bir tane ud yapan bir adamın karşısında günde yirmi tane ud yapan bir fabrika düşünürsek o adamcağızın fabrikayla rekabet etmesi elbette mümkün değildir. Tabii ki ud yapımının makineyle mümkün olduğunu düşünmek de hayalcilik olur. Ama gitar ve keman gibi sazlar bu şekilde üretilebiliyor.

Ud yapımı makine ile neden mümkün değildir?

Çünkü udun yapısı ona müsait değildir. Arkasının dilimli olması gibi özellikleriyle el işçiliği gerektirir. Kaldı ki mümkün olsa bile o kadar sayıda malın üretimini dengeleyecek bir talep yok.

Türkiye’de var mı bu tür üretim?

Türkiye’de kısa sürede çok sayıda müzik aleti üreten birkaç firma var. Gitar, saz, hatta ud… Çünkü bu işin başıboş bir denetim mekanizması yok. Kaldı ki böylesi bir mekanizmayı desteklerim gibi bir anlam çıkmasın, fakat tüketicinin bilinç düzeyi de gelişmemiş durumda. Şöyle ki, gidiyorlar oralardan bir ud alıyorlar, üç gün sonra o udun bir işe yaramadığını anlayıp bana ya da başka bir arkadaşa geliyorlar ve aldıkları aleti ıslah etmemiz istiyorlar ki bu olacak iş değil. Ben akıl erdiremiyorum o düşük fiyatlara nasıl müzik aleti üretebiliyorlar. Aslında onlar müzik aleti de değil, dış görünüşü benziyor ancak. Hiçbir niteliği müzik aleti olmaya elverişli değil.

“Kem alatla kemalat olmaz” meselesi mi?

Kötü malzemeden öte mesele daha çok kötü yaklaşım. Son derece değerli malzemeyi de o yaklaşımla kullanınca kötü bir alet çıkıyor ortaya.

Çalışmayı en çok sevdiğiniz kişisel ağaç tercihiniz hangisi?

Yüzden fazla çalıştığımız ağaç var. Görünüş olarak çok cazip olanlar var mesela Macassar abanozu gibi. Sonra, Amazon ve Hint kökenli gül ağaçları da öyle. Benim sevdiklerim ise ceviz, maun, porsuk ve ardıç.

Sağlam ağaçlar… Neden bunları seviyorsunuz?

Daha sıcak geliyor hem dokuları hem renkleri hem de bu ağaçların hepsi de yumuşak ve dolgun bir tını sağlarlar. Gövdedeki ağacın da etkisi vardır elbet ama asıl tınıyı sağlayan ses tablasıdır.

Ses tablasında hangi ağaçları kullanırsınız?

Ladin veya Kanada sediri kullanıyorum.

Bütün meslek sırlarınızı aldık böylece!

Evet! Yok aslında sır sayılmaz, bunlar bizim etiketimizde mevcut olan bilgiler.

Güvendiğiniz bir udunuzun ömrü ne kadardır?

 

İyi kullanılırsa yüz yıldan fazladır. Kırılmadığı, rutubetten ,sıcaktan korunduğu takdirde… Netice de ağaç sağlamdır!

Bir udun yapım sürecinin sizdeki içsel yolculuğunu merak ediyorum…

Evet, bu son derece kişisel bir durumdur. Bir defa, dimağımdaki bütün ud anılarını, ud sesleri modellerini hayalimde canlandırırım. Sonra benden istenilen sesin hangisine uygun olduğunu tahmin etmeye çalışırım. Çünkü o kadar çok farklı ud sesi vardır ki… Bunları bir şekilde sözel olarak tanımlamak mümkün değildir. Ancak, insan  belli kokuları belli özel renkleri nasıl hafızasında barındırabilirse ses de bunun gibi insanın hafızasında durur. Ve onu hayalimden bulup çıkardıktan sonra nasıl oluştuğunu, hangi malzemelerin hangi işçiliğin onu sağladığını tahmin etmeye çalışırım. Mesela hemen söyleyeyim, çok parlak sesi olan udların malzemesinde biraz sertlik vardır. Gül ağacı, abanoz, venge gibi. Bunları yakalamaya çalışırım. İkinci aşamada ses tablasının  nasıl olması gerektiğini tahmin etmeye çalışırım. Bir bilgisayar programı kullanıyorum balkon frekanslarını çıkartabilmek için. Bu aslında epey uzun bir yolculuktur, son derece sessiz bir ortamda ve uykumu iyi almış durumda olmam gerekir. Ses tablasına özel aletimle vurduğum zaman sesin hangi frekansta olduğunu ayırt edebilecek bir ortamda ve durumda olmalıyım. Eskiden lastik tokmağımla tahtalara vurup çıkan sesin frekansını kontrol ederdim (el aletiyle udun ses tablasında değişik kısımlara vuruyor ve çıkan farklı sesleri işaret ediyor). Dışarıdan birileri bu halimizi görse deli der! Son zamanlarda bu işi bilgisayar programıyla yapıyorum. Burada hem duyuları hem de eski anıları yoğunlaştırmak gerekir. Arşivlerden önceki udların malzemelerine bakarım. Ve daha önce yaptığım yüzlerce udun anısı ile ilgili hayale dalarım. Onların seslerini kazandığı süreci hayalimde canlandırıp yeniden yaşarım.

Beyit-ül Gazel:

“Müzik aleti yapımcılığının kökleri epey eskiye dayanıyor. Her dönemde her müzik aletinin ulaşmış olduğu belli bir yetkinlik düzeyi var. Ve bu sanat çok iyi korunmuş ve organize olmuş lonca benzeri kurumlar içerisinde gerçekleşmiş. Orada tüm bilgiler ustadan çırağa aktarılmış. Her yeni gelen, ustasından öğrendiğinin üstüne bir zerrecik ilave etmiş olsa böyle damla damla bir birikim gerçekleşmiş. Bizim durumumuz ise maalesef içler acısı. Bizim ülkemizde bu sanat hep gayri-Müslimlerin uğraştığı bir alandı. Bütün dünyaca tanınan, yaptığı müzik aletleri bugün astronomik fiyatlara örneğin 100 yaşındaki bir udu 10 bin dolara satılan biri olan Manol usta yahut Onnik usta gibi isimler kimselere pek bir şey öğretmemişler. Daha doğrusu bizde Müslüman kesim bu tür sanatlara itibar etmemiş. Sonuçta o insanlar gittikten sonra bu zincir kopmuş. Şimdi biz onların yaptığı sazları mesela tamir için geldiğinde inceleme şansına sahibiz. Ama onların birçok şeyi niçin yaptığı konusunda fikir yürütebilmemiz için bu işin hangi fiziksel esaslara dayandığını bilmemiz gerekir. Yani teorik bir bakış açımız olmalıdır ki bunu yorumlayabilelim.”

Haziran 2007 – Akşam Gazetesi Brunch eki

Yaşıtları telden araba sürerken balkondan balkona motorlu teleferik kuran, mimarlıktan astro-fiziğe her parmağında birden fazla marifet barındıran Suat Çetincan, ud yapım atölyelerinin tüm gerekli aletlerini kendisi tasarlayıp üretiyor

Pelin Özdoğru Davran

Bir lûtiye atölyesinde ud yapım ustası kadar önemli bir diğer kişi kim olabilir? Ustanın elleriyle hayat vereceği udu yapmak için kullanacağı aletleri üreten kişi… Bir nevi doğumdan önce doğumu mümkün kılacak şartları hazır edip düzeni kuran eller…

Suat Çetincan her ne kadar kendisine “mucit” sıfatını uygun bulmuyorsa da aslında tam da bir mucit. Kendini bildi bileli hep bir şeyler tasarlayan, tasarlamakla da kalmayıp bunları üreten ve işlevsel biçimde kullanılmasını sağlayan biri.        

Kendisine yalnızca enstrüman yapımcıları değil, by-pass ameliyatında gereken bir aparatı ısmarlayan tıp doktorları da başvurabiliyor. Sadece hobi olarak ilgilendiğini söylediği astro-fizik üzerine ise, atölyesinde sempozyumlar düzenlediğini bildiğimiz ustanın NASA’nın ilgisini çekeceğini düşünenler de var. İlginç tasarıları arasında noterler için ürettiği bir “otomatik mühür makinesi”, “kulak yıkama aparatı”, kendisini ziyarete gittiğimizde tesadüfen karşılaştığımız “uzaktan kumandalı metal balık” gibi icatlar da var. Mimarlıktan gelen estetik kaygısıyla ürettiği, her biri hem göze hitap eden hem de işlevselliği bulunan oldukça ilgi çekici bu tür icatlarını ise Çetincan “ucubik icatlar” olarak adlandırıyor! Bu yönlü bir eğitim almadığı için mucitliği kendine “titr” olarak kabul etmiyor, “yetenek” olarak da kabul etmiyor ama “yatkınlık” sözcüğünü uygun buluyor.

Çetincan’ın bir başka özelliği de ağaç türlerini çok iyi tanıyor olması ve bu konuda kendi imkanlarıyla yaptığı önemli çalışmalar.

Böylesine tevazu sahibi usta ile on yıldır asma katından ofisine, her bir aparatın yuvasının çizimlerle belirlendiği alet odasından enstrüman yapım gereçlerine kadar, tasarlayıp emeğini koyduğu atölyesi ve “mucitlik yatkınlığı” üzerine konuştuk.

 Basitinden, şu kulak yıkama aparatından başlasak?

Çok önemli bir icat sayılmaz! Askeri okulda okuduğum için her yaz piyadecilik eğitimi için bir kamp dönemi olurdu ve bu dönemde tozun toprağın içinde kulaklarımız kirlenirdi. Akşamları revirde kulaklarımızı içine bir kaç damla tentürdiyot damlatılmış sıcak suyu bildiğin şişeyle boca ederek temizlerlerdi! Yıllar sonra atölyemizde çalışan bir arkadaşımız tozdan kulağının tıkandığından şikayet edince aklıma o günler geldi ve basit bir şişe ve boru sistemi ile kulak yıkama aparatını yapmış oldum!

Sizi bir mucit olarak adlandırmaktan yana gönlümüz…

Hep söylüyorum, mucitlik o kadar ucuz bir şey değil, mucit olmak için özel bir okul yok ama en azından tasarım okumuş olmak gerekir, benim öyle bir durumum olmadı. Ama ben küçüklüğümden beri bu tür şeylere yatkındım. Yaşıtlarımız telden arabayla oynarken biz ağabeyimle motorlu araba yapardık, balkondan balkona motorlu teleferik kurup oynardık. Ama buna yetenek değil, yatkınlık denebilir. Bunları yapmaya yatkın, böyle biri olmak yani. Bu konuda bir eğitim alınmalı öncelikle.

Ama tasarımı da ihtiva eden mimarlık eğitimi aldığınızı biliyoruz…

Bizim zamanımızda kara harp okulu dört yıla çıkarıldı ve askeri eğitim yanında mesleki eğitim de verilmeye çalışıldı. ODTÜ’nün dört branşını alıp adeta kara harp okuluna yamadılar.. Teknik branşlardan inşaat, elektronik sözel olarak da hukuk ve işletmeyi verdiler. Benden hukukçu, işletmeci olmayacağından ve elektroniği de pek sevmediğimden tek makul seçenek olarak inşaat kalmıştı. Makine yoktu mesela, benim şansıma dönemime yetişmedi. Böylelikle ODTÜ’nün üç yıllık inşaat formasyonunu almış bulunduğum için onu harcamak istemediğimden üniversitede mimarlık bölümüne girdim. Yoksa endüstriyel tasarım ya da makine okumayı çok isterdim.

Materyal bilginiz çok geniş ki bu da tecrübeyle edinilmiş bir şey değil mi? Eğitimini almadıysanız da tecrübe yoluyla oldukça sağlam bir malzeme bilgisi edinmişsiniz ve bu da icatlarınızda kendini gösteriyor…

Yani, çok sık kullanılanlar hakkında aslında bilgim geniş. Yoksa yeni bir sürü materyal var, daha bugün bir tanesini öğrendik…

Bir ustanız oldu mu?

Bu konuda hayır. 24 tane filan iş yaptım, hepsi de kendi işimdi, hepsini de batırdım! Aslında tasarımın gerçekleşmesi anlamında hiçbiri batmadı ama maddi yönden beklediğimi karşılamadığı için hepsini ben bıraktım.

Neler yaptınız mesela?

Saymakla bitmez! Tekstille uğraştım, makine tasarımı ve imalatı yaptım, emniyet sistemleri, şifre yazılımı ile uğraştım, hediyelik eşyacılık yaptım, vitraycılık yaptım… Bunlardan en hoşlanmadığım tekstildi, en iyi parayı da ondan kazandım! Bu işler böyledir…

Faruk Usta sizi atölye ortaklığı için uzun süre ikna etmeye çalışmış…

 

Faruk ağabey benim çok eski arkadaşım, 20 küsur yıllık. O zamanlar udu sadece çalıyordu, yapmıyordu. Arkadaş meclislerinde falan çalardı. Sonradan ortak olarak hediyelik eşya işine girdik, bir süre sonra yollarımız ayrıldı. Bir süre sonra ud yapmaya başladı ben de onun atölyesine gidip geliyordum. Beni yaklaşık 15 yıl atölye için ikna etmeye çalıştı. O sırada ben bahsettiğim işlerle uğraşıyordum. En sonunda ‘97 yılında ikna oldum!

Neden o kadar uğraştırdınız?

Benim de işlerim vardı! Yoksa ahşapla uğraşmak son derece keyiflidir. İnanılmaz bir büyüsü vardır, hakikaten ahşap insanı esir alır… Ahşap tozunu yutanlar bunu bilir.

Her ne kadar “mucit”liği kabul etmiyorsanız da ilginç “icat”larınızdan bahsetmenizi istesem?

Ud yapım atölyemizde yaptığım icatları bir yana bırakırsak, noterler için tasarladığım bir cihaz var mesela. Ülkenin garip bürokratik sistemi yüzünden dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir yükümlülükleri var bizim noterlerimizin; ticari defterlere imzalarını hem de her sayfaya koyarak onları resmi hale getirirler. Fakat bu çok ağır bir iş. Bakkal defterine benzemez, kimi firmaların defterleri var, kamyonla geliyor! Bunun için bir mühür makinesi yapma teklifi geldi. Bu cihazdan 35 tane yaptım. Mesela,  amatör balıkçılığı çok severim ve bunun için tad alacağım biçimde yaptığım kimi ufak tefek icatlar vardır. Ama bunlar hep kendim içindir, başkası için değil.

Bir de başka branşlardan gelip size alet ısmarlayanlar olmuş?

 

Evet dönem dönem bana “ucubik aletler” sipariş edenler de oluyor. Bunlardan bir tanesi de orta bir dostumuzu tanıyan Siyami Ersek Hastanesinden bir kalp cerrahı… Benden aort damarının içine delik açacak bir aparat istedi. Hakikaten ucubik! Açık kalp ameliyatı sırasında aortu iptal ettiklerinde onun işlevini görecek bir delik barajlardaki derivasyon tüneli gibi yani tam anlamıyla istenen. Bu iş için bir alet tasarladım sonra “şunu bir araştırsak aklın yolu birdir” diyerek araştırınca aparatın aynısının Amerikalıların önceden yaptığını öğrendim! Tasarladığımın aynısıydı. Tabii böyle olunca aleti üretmeye gerek kalmadı.

Tasarladığınız aletlerin patentlerini alıyor musunuz?

Almıyorum. Patent almak için bir servet gerekiyor. Hem de bizim yaptığımız işler patentle korumaya pek gerek olmayan işler bana sorarsan. Çünkü o denli ekstrem konular ki kaç kişi uğraşır bu işle, kaç kişi ister bu aletten, ondan telif kazanılır mı… Çok zor. Mesela pet şişe yapınca patentini alırsın ama “kırlangıç aparatı”na ne kadar talep olabilir… Talep edenler de zaten eşimiz dostumuz olur, onlardan telif mi isteyeceğiz. Ama şu olmalı; bizim kurduğumuz bir çok aletten oluşan bir sistem. “Ud yapım sistemi” denilebilir belki. Tek tek değil ama zincir halinde patentini almak makul olabilir.

Saz yapımındaki rolünüze gelelim öyleyse…

Saz yapımı hakikaten aşırı meşakkatli bir iş. Vasat bir udun üzerinde 700 küsur adım vardır. Hepsi de belli bir itina düzeyinin üzerinde kotarılması gereken işler. Yoksa hakikaten bir şeye benzemez, bir yerden kopuk verir ve bütün iş rezil olur. böyle olunca da yedi yüz küsur adımın el işçiliği ile atılması çok uzun sürer… Faruk ağabey (Türünz) ile  birlikte çalışmaya başlamadan önce kendi başına iki buçuk üç ayda tek bir ud yapardı. Feci yani! Ondan ne para kazanılır, ne akıl sağlığı yerinde kalır! Şimdi ki artık ekipmanla birlikte ekip de var, aynı süre zarfında 50-60  ud atabiliriz kenara. 50 kat hızlanmış diyebilirsin yani.

Yedi yüz adım için yedi yüz aletten mi söz ediyoruz?

Yedi yüz küsur adımın tümünü aparatlamadık. O mümkün değil ve anlamı da yok zaten. Çünkü bazı adımlar aparatlanamayacan ya da bunun mümkün olmadığı adımlar. 120 civarında aparatımız var ama tabii en kilit noktalar için aparatlar yapıldı, bir kısmı tadil oldu, yenilendi, gelişti. Bir kısmı hala aparatlanmadı, onları da tamamlamayı düşünüyoruz. Hem hızlı hem de kaliteli biçimde üretmek için aparatlamak şart.

Bu aletler hatasız ve standart biçimde enstrüman üretmenizi sağlıyor bildiğim kadarıyla.

Bana sorarsan üç amacı var bir aparatın. Birincisi elle yapacağımdan daha hızlı yapmak, ikincisi elle yapacağımdan daha kaliteli yapmak ve kaliteyi standardize edebilmek yani önceki ve sonraki arasında kalite farkı olmaması, üçüncüsü de yoldan geçen adamı bile bu işi yapabilecek hale getirmesi.

Yani bu aletleri kullanmak için ustalık gerekmiyor mu?

Kimi için ustalık gerekir doğrusu. Ama amacım, bunu gerektirmeyecek halde aletler tasarlamak. Henüz pek mümkün olmuyor tabii. Yani genel bir “el kırıklığı” alet edevat kullanmada bir el alışkanlığının kafi gelmesi gerekir bunları kullanmak için.

Sizin gibi kendi aletlerini tasarlayan başka atölye var mı Türkiye’de?

Var. Bizim kadar bu işi ele almamış olsa da Süleyman Aslan atölyesi var örneğin. Bağlama yapımcısıdır, elinden geldiği kadar kendi aletini yapar ve aslolan yapmasından ziyade kafasının bu yönde çalışıyor olması; bu iyi olan, çünkü bu işin müşterisi gibi yapımcıları da maalesef çok tutucu. Yeniliğe kapalılar. “Bu iş başka türlü olmaz” mantığındalar çoğunluğu.

Sizinkinin niteliğinde aparatları var diyebilir miyiz yoksa palyatif aparatlar mı?

Şöyle ki, bizim önemli bir avantajımız var. Bu işi kotarabilecek hem bol miktarda malzememiz hem de teknolojimiz var. Oldukça küçük bir mekana çok yönlü aletlerle büyük olanaklar sıkıştırdık. Başka atölyelere gidince imkansızlıklar ile boğuştuklarını görüp kendininkiyle gurur duyuyorsun gerçekten. Modifiye ettiğim torna freze makinemiz var ve tamamen her şeyi mümkün kılan o. Her işe koşabilen, insanın hayal ettiği her şeyi yapabilme şansı veren büyük bir avantaj bu alet. Onlarda böyle bir alet yok. Ama kalıplar olsun, sıkma aparatlar olsun çok fazla sayıda aparat üretmiş bir atölye onlarınki de çünkü bu mantıkta bakıyor olaya. Hem Süleyman çok fazla yabancı mal takip eden biri. Bir sürü özel Amerikan yapımı kıskaçları, aletleri falan vardır.

Faruk Usta bizim gibi bir atölye daha yok demişti ama…

Aslında Faruk ağabeyin söylediği açıdan bakarsan doğrudur bu. bu kadar kapsamlı, bu kadar detaylı yer alan bir atölye yoktur doğru. Ama Süleyman’ı da anmadan geçemem, yazık olur çocuğa… Hatta aklıma yenileri de geliyor, Mustafalar da var, onlar da aparatlanıyorlar yavaş yavaş. Onlar tambur yapımcısı ve benim yetiştirmemdir.

Öğrencileriniz de oldu yani?

Mustafa Gencer ve Elif Kızılhan evet. İkisi de bizimle çalıştılar. Mustafa epeyi bir teknolojiyi ilerletti. Bir süre önce atölyelerini açtılar. Tambur atölyesi ama ud ve lavta da yapıyorlar. Onlar enstrüman yapımdan mezunlar, dört yıl konservatuarda okuyup bize geldiklerinde sudan çıkmış balık gibiydiler! Koca dört yıllık akademik eğitimi alırken testereden başka alet kullanmamışlar! O da körmüş zaten…

Beyit-ül Gazel:

“NASA’yı görmüş bir tanıdığımız bir gün gelip aparatlarımızdan çok etkilendi ve bana “seni henüz keşfetmemişler” dedi! Faruk ağabey de “seni NASA’ya pazarlayacağım” der o yüzden.”

“Altı yıldır bir ağaç koleksiyonu üzerinde çalışıyorum. Ağaç doğanın en çok çeşit gösteren varlığıdır. 80 bin türü var. Şimdilik 210 türü ayırdım. Dünyada bu çalışmayı yapan pek az kişi var. Dört kolda inceliyorum; önce ağaçların soy ağaçları yönünden, ağaçların kendi türleri açısından, kerestelik olanların detayları ve odunun genel yapısı üzerinden. Birkaç ay içinde çalışmalarımdan bir sergi açabilirim. İleriki amacım ise bir ağaç ansiklopedisi hazırlamak. Aslında bütün dünyayı gezebilmek ve daha bilimsel çalışmalar yapmak isterdim. Ama bunun için sponsor gerekiyor…” (www.agaclar.net)

 Hint mitolojisinde “Tanrıların yeryüzüne indiklerinde büründükleri beden” anlamına gelen “Avatar”, sinemada “yeni çağın sinema anlayışı” anlamını buldu. Biz de, “Avatar”da işlenen ‘birlik’ düşüncesi ve spiritüel detaylara baktık.

(yazıda “Avatar” ve “Rüzgarlı Vadi: Naushika” filmleri açık edilmektedir)

 Pelin Özdoğru Davran 

 “Seni görüyorum” ya da Na’vi dilinde; “Oel ngati kameie”… James Cameron’un “Avatar” evreninde yarattığı Pandora gezegeninde konuşulan Na’vi dilinden selamlama… Hindistan çevresinde kullanılan (içindeki özü selamlıyorum anlamındaki) “namasté”yi anıştıran cümle “seni içindekilerle bir görüyorum” açılımına sahip. Na’vi dili, dilbilimci Paul Frommer tarafından Avatar filmi için geliştirilmiş yapay bir dil. Tıpkı “Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi” serisi için yine bir dilbilimci olan yazar J.R.R. Tolkien tarafından geliştirilen Elf dili gibi…

“Seni görüyorum” diyerek selamlaşan bir toplumun ruhsal zenginliği şaşırtıcı olmasa gerek. “Eywa” adını verdikleri ve kutsal kabul ettikleri doğa ana’nın üzerinde, daha fazlası onunla tam bir birlik anlayışı içinde bütünleşmiş olarak yaşayan bir halk Na’vi’ler. Eywa kendi bilincine sahip bir toprak ana. Ağaçların köklerinden tüm gezegeni saran bilinçli bir “network” ağı mevcut. Bu ağ sayesinde gezegende yaşayan tüm canlılar birbirine bağlı. Ve bir bütünü oluşturuyorlar. Tam bir “vahdet” hali. Bu birlik içinde barış ve doğaya saygı halinde yaşayan Pandora insansıları gezegene maden zenginliği sebebiyle açgözlü insanoğlunun saldırısıyla sarsılıyor ve iki taraftan da fıtrat barındıran insan zihinli, Na’vi bedenli bir Avatar tarafından örgütlenerek kurtuluşa erişiyorlar. Filmimizin öykü bazında anlattığı bu.

Spiritüel çağın spiritüel mesajlı filmi

Büyük işlerin adamı James Cameron (Terminator, Aliens, Titanic) aynı zamanda senaryosunu da kaleme aldığı Avatar’da 3-D (3 boyut) teknolojisi ile çektiği filmine 300 milyon dolar da para harcadı. Cameron “şimdiye kadar çekilmiş en pahalı film” ipini göğüslemeyi pek seven bir sinemacı. Aynı zamanda “block buster” tabir edilen gişe canavarı filmler yapmak konusunda da eline pek su dökülemiyor. Zira Avatar, 44 günde masrafını çıkaran Titanic’i de geride bırakarak gişedeki 15. gününde 300 milyon doları buldu. Çok büyük paralar dönüyor bu işte anlayacağınız. Ama Avatar’ın gişe başarısında kuşkusuz teknolojik yenilikleri sonuna dek kullanması kadar, doğru zamanlama ile gişeye çıkmasının da payı var. Şöyle ki, spiritüel hassasiyetlerin yükseldiği bir çağda bu kadar spiritüel bir toplumu anlatması Avatar’ın epik destansı anlatımının yanındaki en büyük gücü. “Avatar”ı başrolü oynayan mesajları güzel şamanik halkı itibariyle ‘Spiritüel Filmler’ listesinde değerlendirmeye almakta fayda var.

Naushika & Avatar kardeşliği

Japon animasyoncu Hayao Miyazaki ustanın başyapıtlarından 1984 tarihli “Kaze no tani no Naushika / Rüzgarlı Vadinin kızı Naushika” animasyonundaki kimi detaylarla Avatar’da ciddi benzerlikler söz konusu. Oldukça çevreci bir mesajı olan “Rüzgarlı Vadi”de de insanların içinde soluk alamadığı “zehirli orman” bir başka gezegen gibidir. Burada ormanın kendi doğasına uygun tuhaf canlılar yaşamaktadır. Bu ormanın hayvanları birbirlerini ve ‘birlik’lerini korumakta dışarıdan gelen saldırılara karşı birlikte savunmaya geçmektedir. Zehirli ormanın hiçbir canlısı sebepsiz saldırıda bulunmaz. Tıpkı Na’vi halkı gibi ancak savunma amaçlıdır defansları. Tıpkı Pandora gezegeni gibi dışarıdan insanlar tarafından oldukça tehlikeli,vahşi ve ilkel görünür. Oysa kendi içinde müthiş bir iletişim ağı ve gizli bir gücü vardır: zehirli ormanın altında temiz havası ve bitki örtüsü olan yeni bir dünya yaratılmaktadır. Aslında insanların kirlettiği gezegen ağaç köklerinin altında temizlenmektedir. Dışarıya karşı korunması da bu yüzdendir. Sırrı budur; yepyeni ve temiz bir dünya yaratmak. Na’vilerin dünyası da kendi doğal dengelerini korumaya çalışan bunun yanında ata ruhlarıyla bağlantıların sürdürüldüğü ruhsal ritüellere sahip şamanik bir dünyadır.

 Avatar’a iki devam filmi

Avatar’ı izlemek; dev bütçeli, iyi kotarılmış gişe canavarı keyifli bir Hollywood yapımını izlemekten öte seyirci için, kültürlerini ruhsal detayların belirlediği, ‘birlik’ kavramıyla içiçe yaşayan düşsel bir halkla tanışma deneyimi aynı zamanda. Bir yandan da Avatar bedeninde ruhsal/zihinsel bir yolculuk yapan ve sonunda bu yolculuktaki yaşamı tercih eden bir insanın macerası söz konusu. Bir çok kadim uygarlıkta ve inanışta yeri olan kutsal ve spiritüel değerlere sahip olan Na’vi halkı izleyenlerin zihinlerinden uzun süre silinmeyecek gibi görünüyor. Hatta dünya çapında fanlarından Elf’ler misali bir yapay din kardeşliği yaratılması da beklenebilir. Cameron, 15 yıldan beri tasarladığı Avatar macerasının iki devam filmiyle süreceğini daha filmin çekimi bitmeden açıklamıştı. Ne diyelim kedimsi/insansı spiritüel Na’vilerin maceralarını merakla bekliyoruz. Artık biz de “seni görüyoruz” Pandora…

Pelin Özdoğru Davran

Kalbim kırılmıştı…

En çok insanlığa…

Yardım götürdüğünü söyleyerek biraz da öfkesini götürene, bu ad altında gelene saldırıp ateş açmayı kendine hak görene, olayları duyar duymaz nefret çığlıkları yükseltmekte bir dakika düşünmeyenlere, gizliden gizliye gülen savaş çığırtkanlarına

o mavi gözlü güzel adam’ın “bayrak çiğnenmez” sözüne inatmışçasına ne olursa olsun bir ulusun bayrağının üzerinde zevk çığlıklarıyla sarhoş tepinenlere, ellerinin altındaki tüm iletişim platformlarında sınırsızca öfke, nefret kusanlara….

Bir uyanma çağında olduğumuza inanırken bu kadar ilkel duyguları klavuz edinip davranan, yaşayanların sayıca çokluğuna…

…insan olamayan insanlığa

kırılmıştım….

Facebook’ta geceden beri yükselen çığlıklar arasına şu yazıyı bırakıp, kişisel iletimi “hamuş”a* çevirip çıktım…

“MAVİ MARMARA’NIN YOLCULUĞU…

 

Güle oynaya güzeller güzeli Avşa adasına gitmiştim onunla… Sene 1997… Gençliğin sıcak günleri… Keyif, huzur, sıcak güneş ve “yol”dan başka birşey yoktu içinde…

Mavi Marmara geçenlerde İstanbul’dan ayrıldı yine… Beş arkadaşı da eşlik ediyordu ardından… Bu kez farklı bir heyecanla.. Arkasından uğurlayanlar daha kalabalık.. daha sıcak.. biraz öfkeli.. biraz ümitli… iyi niyet elçileri kadar öfkenin tohumlarını avuçlarında gizlice götürenler de vardı içinde….

Sonra Antalya’dan uğurlandı.. Heyecanla belki de daha önce pruvasının görmediği sulara çevirdi yüzünü… Kıbrıs’ta biraz canı sıkıldı.. sonra yola devam etti…

Gece içime bir sıkıntı girdi… Huzurlu uykularımı bulamadım sabahlara kadar. Kalkınca her zaman yaptığımın aksine ilk iş TV’yi açıverdim… Haber kanallarında aynı renk.. Kırmızı… Gözlerimden yaşlarla birlikte boşalıverdi elim ayağım… Her ne kadar içinde bir karmaşa barındırıyorsa da, insani yardım adı altında yola çıkmış yüzlerce sivilin gemileri baskına uğramıştı… Güvertelerine kan dökülmüştü…

Mavi Marmara şaşkın, hiç tanımadığı türden bir yolculukta şimdi…

Bir zamanlar mazlumluğu deneyimleyenler zalim olduğunda, “en çok iyilik kılığına girmeyi seven kötülük” maskeler ardında gizlice kahkahalar attığında, din, ırk, millet, ümmet kalıpları “insanlık” sıfatını görmezden gelmeyi sürdürdüğü sürece, bütünü parçalama saplantısı bir’liğe ulaşma güdüsünün önünde durduğu müddetçe, siyasi ve kapitalist hesaplar iyi niyetli insanları kullanıp incittiği sürece….

…Mavi Marmara ve ben ağlamaya devam edeceğiz….. “

…İç sıkıntısı ile başlayan süreç sıkıntının sebebi haberleri alınca yoğun bir kırgınlık, üzüntü nöbetine düşürmüş, bir çocuk gibi ağlatmıştı beni… Moral, keyif, umut kalmamış, bedenime de sıkıntıdan kaşıntılar basmış, durup durup ağlıyor durumdaydım. O gün otomobilimle çıkacağım yola güç toplamaya çalışıyordum ama nafile.

Dedeciğim halime üzülüp, kardeşim teselli etmeye çabalarken anacığımın elindeki işi gücü bırakıp anında evimde bitmesiyle iyileşme sürecim başladı… Annem, gideceğim bol kıvrımlı yollara bu halde otomobille çıkmama gönlü razı olmayıp beni aldığı gibi bir otobüse attı.

Kırık kalbimle bindiğim bana beşik gibi gelen otobüste yol boyunca “O”na seçtirdiğim shuffle/rastgele şarkılar ile kah ağladım kah gülümsedim… Ben Harper’ın sesiyle bana “Sakin sularda da dalgalı sularda da yanındayım, rehberin olacağım” diyordu. Erkan Oğur’un ruhuma merhem etkisi yapan güzel gönlünden nağmeler seçiyordu.

Ardından öfkeye en yakın duyguma nail olmak üzere olan o “mazlumken zalim olmayı seçmiş” halkın ülkenin dilinden bir şarkı patlatmasın mı… Yıllar öncesinde müzikal yönden çok severek play list’ime aldığım bu İngilizce söylenmiş şarkıda “ben sadece arabamda oturmuş kız arkadaşımı bekliyordum ta ki o bomba patlayana kadar” diyordu.

İsrail’in ünlü rock topluluğu “System of a Down”dı bu…**

Şaşırdım önce. Öfkemi kırgınlığımı hatırlatmak için mi bu şarkıyı seçmişti 2000 e yakın şarkı arasından? Sonra o ses incecik de olsa geri geldi.. Üzerini bastırdığımızda usulca gerilere çekilen ama hiç kaybolmayan o yumuşak ses “sence 2000de 1 olasılık tesadüf mü? Bu şarkılar seninle konuşmak, yolunu aydınlatmak için seçildi. Bir daha düşün bakalım…”

Biliyordum. Ona da öfke duymamalı anlamaya çalışmalıydım. Her gerçeği kendi koşulları içinde değerlendirmeli, her “taraf” a eşit mesafede durmayı öğrenmeliydim. “Ben ne Türküm ne Rumum ne Ermeniyim….” diyen Mevlanayı sözde değil özde anlamak böyle bir şey olmalıydı… Hatta Nietzsche’nin “İyi ve Kötünün Ötesinde” söylemi, Hayao Miyazaki Usta’nın iki kutuba da BİR bakan bilge animeleri, “gül de diken de birdir bize” dizeleri hepsi birden başımda uçuşan çiçekten bir taca dönüştü ve ben kendimi beşik gibi sallanan otobüsün kucağında şifalı bir uykuya bıraktım…

Uyandığımda kalbimi yokladım; hafif bir kırgınlığı hala taşımasına karşın epey bir hafiflemişti. Bu şifalı uykuya ve otobüse teşekkür ederek vardığımız Güney kasabası terminalinde indim. Çantalarımı omuzlayıp bu küçük terminali gözden geçirdim, bir kahve içmek istiyordum. En uçtaki kafenin adı “Nar” idi. Hoş bir çağrışım yaptığı için oraya yöneldim.

Bir kahve söyledim güleryüzlü garsona. Yükleri sırtlandığımdan farklı bir coğrafyada olmak iyi gelmişti. Ama yine de kalbimin sandukaları hala ağır bir yükün parçalarını taşıyordu. Yan masamda oturan genç çift uzun süre menüyü gözden geçirdikten sonra garsona bir çırpıda “Bize bir Adana bir Urfa” deyiverdiler!  Bir anda kolayca söyleniveren bu cümle bana öyle tuhaf ve ağır geldi ki! Akşamüzeri bir saatte sevgilinle buluşup adı “NAR” olan bir cafede böyle ağır bir et yemeği yeme fikri çok tuhafıma gitti! Uzun süredir doğru dürüst kırmızı et yemeyen biri olduğumdan herhalde böyle karşıladım diye kendimi “yargılamada bulunduğum için” biraz da kınayarak genç çifte tarafsız bir bakış attım.

İkisi de sıkıntılı, renksiz göründü gözüme. Sert birşeyler vardı bakışlarında… Çok et tüketenlerde sık rastladığ birşeyler… “İnsanlar çok et yememeli öfkeden, hırstan kurtulmak istiyorlarsa” diye geçirdim aklıma ve bir anda yine gözümün önüne gemiyi basan ve onlara karşı çıkan öfkeli kalabalık geliverdi! Dayanamayıp benimle ilgilenen garsona yeni bir haber olup olmadığını sordum.

Bildiğim detaylardan bahsetti. “Akşam haberlerinden topluca öğreniriz artık” derken yüzüne tuhaf bir gülümseme yayıldı. Müşteriye gösterilen nezaket gülümsemesiydi bu muhtemelen ama bana bir yandan da adamın bu işi benim kadar ciddiye almadığını da gösteriyordu. “Belki de ben çok abartıyorum” diye geçirdim içimden.. Ama elimde değildi…

Sonra eşim geldi… Onu görmek bir ferah esinti daha estirdi kalbimin kırgın dağlarına. Sarıldım, arabasına bindim. Hiç bahsetmemeyi ummuşken ilk sözümüz olaylardan açıldı… Dökülüverdim… Düşündüğüm bütün boyutlarıyla eleştirisini yaptım olayın. O her  zamanki sağduyulu tavrıyla beni dinleyip yanıtladı. Artık “insanların hepsi iyidir, herşey her zaman iyiye gider” bakışından sıyrılmam gerektiğini söyledi.

Aslında haklıydı, Adım Pollyanna’ya çıkmıştı. İyi ve kötü dengesini kurup herşeyi kabul etmeyi ve eşit mesafede durmayı öğrenmem gerekiyordu. “İyi ve Kötünün Ötesinde” demişti Nietzsche.. 17 yaşındaydım o kitabıyla karşılaştığımda. 17 yaşımın tüm toyluğuyla ve yıllarca kütüphanemde karşılaştığımda bu başlığa bakıp düşünmüştüm “acaba ötesinde ne var?”

29 yaşımdaydım Mevlana’nın “iyi ve kötünün ötesinde bir yer var, sizinle orada buluşacağım” sözünü İngilizcesinden duyduğumda…

Beni tekneye getirdi. Denizin üstüne ayak basmak epey bir daha hafifletti. İnanamıyordum, ne çok yük bindirmiştim yumruğum kadar kabime! At, at birmiyordu yükler. Merve isimli o güzel kadın dememişmiydi “kalbini hafif tut” diye… Ne önemli bir uyarıydı, bir özetti adeta…

Kaptan eşim beni alıp gün batarken dünya güzeli bir koyda denizle buluşturdu. Suya girdiğimde attığım çığlığı duymazdan geldi eşim rahatlayayım diye… Koca bir acıyı bağıran çığlığı etrafımı çevreleyen dağlara çarptırıp yumuşak biçimde sakin sulara döktü koy… Epey bir arındığımı hissediyordum bota geri çıktığımda.. Üzüntüden, kırgınlıktan, kızgınlıktan arınmış…

O gece sığındığım limanın kollarında sakince uyudum.

Sabah uyandığımda sakinlemiştim. Deniz koynunda uyuturken temizlemişti beni; tuzlu suya bütün negatif yükünü bırakmış bir doğal taş gibiydim. Gazete ve internetten uzak durma kararı verdiğimi sanırken bu fikrin de rahatsızlık yarattığı hissiyle eşimin teknedeki bilgisayarını açtım. 

Gazetelere göz attım. Nefret çığlıklarını manşetlere taşıyanlar da vardı, oldukça sağduyulu ve sakin yaklaşımda bulunanlar da. Yabancı basın manşetlerine göz attım. Onlarda da benzer bir durum söz konusuydu. Sonra “bizimkiler”e baktım. Facebook alemine… Orada da bir kaç ayrı dalga yükselip yandaşlar bulup gidiyordu. Listemde pek olmasa da üyesi olduğumuz ortak gruplardan yorumlarını görebildiğim kimileri

inanılmaz nefret, kin içeren cümleler kusuyordu… Listemde çoğunlukta olan “spiritüel” dostlar ise bambaşka bir yol benimsemişti: Sevgi enerjisini yaymaya devam ederek dünyayı saran bu öfke ve nefret enerjisini dengelemek… Yine hiçbirşey yazmayarak çıktım paylaşım sitesinden.

Kendimi güneşin kollarına bıraktım. Kulağıma yine “shuffle” müziğimi takarak. Sakin melodiler eşlik etti güneşlenmeme. Sonra yine denize çıktık. Bota uzandım, gözlerimi kapattım. Kapalı gözlerimin altına yine üşüştü düşünceler.  İnsanların tatile çıkarken önce kafa yüklerini bırakmaları gerektiğini iyice anladım. Nereye kaçsan kendini de yanında götürüyordun…

Kaptan’ın “gözlerini aç da şu güzelliklere bak” demesi yine beni kalben duymuş olmasına işaretti. Gözlerimi açtım, doğa tüm sakinliğiyle karşımdaydı. Dağlar hiçbirşeyden etkilenmemiş sakin ve vakarlı yükseliyordu, güneş hiçbirşeyden etkilenmemiş ışıl ışıl gülümsüyordu, deniz hiçbirşeyden etkilenmemiş pırıl pırıl uzanıyordu…

Hepsi “iyi ve kötünün ötesinde” duruyordu.

Bu his kalbime girer girmez büyük bir ferahlamayı da beraberinde getirdi. Dünden beri ilk kez yeniden gülümsüyordum. Ben gülümsedikçe doğa da bana gülümsüyordu, o gülümsedikçe benim kalbim hafifliyordu. Sonra birden kalbime bir his daha düştü “gün batana kadar üç hediye alacaksın, bunlar seni yeniden gülümsetmek için”…

Birazdan eşim bizi bir koya getirdi. “Merdivenli koy buranın adı” dedi. “Neden merdivenli?” dediğimde bilmediğini söyledi… Derken tam karşımda duran antik mağaraya çıkan yıpranmış merdivenleri gördüm. “İşte bu yüzden merdivenli” dedim. Eşim yıllardır avucunun içi gibi bildiği bu koylarda ilk kez merdivenleri farkediyordu… Hiç düşünmeden suya atladım ve yüzerek kıyıya çıktım.

Bakir sahilden yürüyüp merdivenlerin yanına vardım. Çıkmaya başladım yüzyıllardır yıpranmış merdivenleri. Eşim dikkat etmemi söyledi. Bense sadece güveniyordum. Birazdan mağaranın içindeydim . Biraz duraklayıp kalbimi dinledim, “devam et” dedi. Yeniden benimle konuşmaya başlamasının da verdiği güçle Besmele çekip içeriye adımımı attım.

Aman Allahım…. Allahım… Adını yeniden bu huşu ve güvenle anmak ne güzel! Kırgınlıkların ağırlığından kurtulup hafif kalbimle adını anmak ne güzel…  Mağara ufaktı, zemini kum, duvarları kaya… Kaya oyuğu tepede üçgen bir kubbe yapı yükseliyordu. İçinde örümcek ağlarından başka yaşam belirtisi yoktu. ama çok dingin ve çok canlı bir ruh belirtisi vardı. Bir oyuktan aşağı baktım eşim merakla bana bakıyordu, beni gülümser görünce rahatladı.

Tekrar içeri dönüp bir kayaya başımı dayayıp ağlamaya başladım. Allah’ım güzel Muhammedinin mağarası da buna benziyor muydu?”…

Selamlarımı verdikten sonra bu huşu mağarasından indim. Suya girip bota geri çıktığımda öncekinden  bambaşka bir ruh halindeydim. “Bu birinci hediyemdi” dedim içimden. Eşimle “merdivenli koy”dan uzaklaştık…

Teknede gözleme yapan teyze ve ailesinin ayna kıç gezi teknesine konuk olup ev yapımı ayranlarını içerken tekneye şimşek gibi giren gençten bir adam “Şükür” diye bağırıverdi… Şaşkınlıkla kafamı kaldırdım sakince oturduğum köşeden. Diğer köşede oturan yaşça daha büyük görünen hafif kilolu ve açık renk saçlı adam müstehzi bir ifadeyle “ne şükürü” gibi birşeyler söyledi.. Nedense o adamın güvensiz çıkan sesi buğulu sisler ardından geliyor gibi net duyamıyordum.. Şükür eden genç ise çok netti.

“NE VAR, Şükür tabii”, diye gürledi. “Bir tek ihtiyarlar mı şükreder? Ben hep ederim. Her an, her sabah kalktığında da ilk sözün Şükür olmalı”. Köşedeki kilolu ve duyulmayan adam yine tam duyamadığım ama “niyeymiş o” diye tahmin ettiğim birşeyler geveledi. “Niyesi mi var” dedi beriki yine gürleyerek. “Allah isterse sabah seni kaldırmayıverir yatağından. Şükredeceksin… Herşeye…” Eşimin gözlerini kaldırıp bana baktığını hissettim. Bu ikinci hediyemdi. “Herşeye… her gelene…. Şükür etmekten vazgeçme”

Dönüşe geçtik. Hiçbirşey söylemeden, sessizce bu hediyeyi onaylamıştık. Botta yeniden uzandım. Bu kez gülümsüyordum ve gözlerim açıktı. Gördüğüm herşeye ve en çok da “görmediğim” O’na şükrediyordum köpüklü dalgaların arasından süzülürken… Bu şükür selinin ortasında Kaptan birden gaz kesti ve bağırdı “Şunlara bak!” Heyecanla kalktım, hiçbirşey görmüyordum sakin denizden başka. “Yunuslar” dedi “Bizi takip ediyorlar”…

Sağıma soluma dönerek hızlıca aradım, görünürde yoktular… Biraz burukça eşime dönüp “ben göremedim bu senin hediyendi herhalde” dedim. Gözlerime baktı ve yeniden bağırdı “işte oradalar!” Başımı çevirmemle gördüğüm şeyden büyülenmem bir oldu… İki yunus senkronize ve çok sakin bir hareket hızıyla sudan yükselip tekrar dalıyorlardı. Hemen önlerinde bir tanesi de yol gösterir gibi gidiyordu. O da aynı dingin sakin hızla dalıp çıkıyordu. Bu kadar yakından hiç tanık olmadığım manzaradan dilim tutulmuştu. Nedense en çok hareketlerinin sakinliği beni şaşırtmıştı. Atlayan yunuslar düşününce, bunu  hep çok hızla yaptıklarını sanırmışım meğer. Bir süre bizi takip ettiler. Eşim ürkütmemek için epey yavaşlamıştı. Ben bu ahenkli hediyeye teşekkür edip ağlarken o tek yüzen birden yanımda bitmesin mi! Tam benim bottan denize sarktığım tarafta, elimi uzatsam okşayacağım mesafede.. Şükür gözyaşlarım sel olmuşken iki yanımızdan, sakin atlayışlarıyla geçip gittiler… Üç Yunus ve Binlerce Şükür…

Hediyelerimi almanın mutluluğu eski dingin ve huzurlu halime geri döndürmüştü beni. bu şekilde tekneye dönüp güzel bir duştan sonra uykuya daldım. Uyandığımda hala uyuyan eşimi kabinde bırakıp yukarı çıktım. Günlerin yorgunluğunu atan kaptan-ı deryayı uykusundan uyandırmamak için sessiz biçimde bilgisayarını alıp güverteye çıktım. Niyetim internete girmek ve hafif kalbimle olanaları yeniden gözden geçirmekti. Sonra teknenin internet şifresini bilmediğimi farkettim. Eşimi uyandırmayacaktım. Akışa teslim olacaktım. Böylece oturup bu yazıyı yazdım.

Şimdi gün battı ve kaptan mutfakta bize harika ve hafif bir akşam yemeği hazırlıyor. Ben yanımda bir bardak suyumla gıcırdayan halatların şarkıları eşliğinde güvertedeyim. İyi ve kötünün ötesindeki o yer’e acılı bir süreç de olsa bir katre daha yaklaşmış olma ihtimalimin huzurundayım. ve tabii Şükürdeyim. Sadece Güven ve Şükür…

*Hamuş: Farsça, suskun, susmuş. Mevlana mahlas olarak kullanırdı.

**System of a Down’ın Ermeni asıllı ABD’li bir müzik grubu olduğu yazara anımsatılmıştır. Ama yazar, yıllar yılı bu grubu İsrailli bildiği için Ipod’un shuffle seçimini de buna uygun yaptığını düşündüğünden, yazıda düzeltme yapmamayı tercih etmiştir.

‎”Umudun atını sürerken, Cesaretin yularını tutuyorum… Sabrın zırhını da kuşandım, ve kafamda Tahammül miğferi; Böyle başladı Aşk ülkesine yolculuğum…”

avatar Beethoven Büyülü Fener: Sinema Deep Purple dolphins Faruk Türünz lutiye Mahler Mevlana movies müzik naushika Pink Floyd Rumi röportaj spiritüel Suat Çetin tekamül ud